OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

İsyan, çaresizlik ve utanç

Yıllardır Suriye’de gözümüzün önünde bir trajedi yaşanıyor. O trajedinin içinde yaşayanların acılarıyla tabii ki kıyas kabul etmez ama zihnimizde o kadar çok ölmüş, yaralanmış, kan içinde çocuk bedeni görüntüsü birikti ki, bunun bizi ruhen sakatlamamış olması mümkün değil. Sebebi uhrevi midir, ahlaki midir bilmem ama çocuklara olanlar daha fazla koyuyor insana. İnsan, biraz gerçeküstü veya masalsı bir saflıkla bekliyor ve istiyor ki ‘bir güç’ çocukları korusun. Ama olmuyor, ortada böyle bir güç yok. Büyük devletlerin büyük hesapları uğruna küçük bedenler kurban edilmeye devam ediyor. Şu okuduğunuz da, bir fikir yazısı değil, kendi çapında, naif ve umutsuz bir isyandır; zira o görüntüler karşısında gidişatı durdurma veya değiştirme konusunda hissedilen güçsüzlük ve çaresizliktir. 

Halep de trajedi içindeki trajedi olarak yaşanıyor. Aylan’dan sonra Ümran’ın da görüntüsü, bakışları, ifadesi zihinlerimize kazındı. Neyse ki o ölmedi ama ne zamana kadar? Bir dahaki bombardıman mı? O ölmedi ama ölen başkaları ne olacak? Oradaki ve başka yerdeki çocukların o veya bu kimliği, Halep’in askerî strateji açısından önemi, siyasi hesaplar bu yazının önceliği de değil, derdi de. Suriye sorunu bir bütün olarak çapraşık ve çözümü zor olabilir ama en azından, başta çocuklar olmak üzere, Halep’teki siviller için yapılabilecek hiçbir şey yok mu gerçekten? Ne yapalım yani? Halep askerî-stratejik açıdan çok önemli, hesaplar çok büyük diye çocukların ölmesine ses çıkarmayalım mı? BM, ABD, AB Halep trajedisi karşısında benim kadar güçsüz ve çaresiz mi? O insanlara yardım etmek mutlaka bir siyasi tarafa yardım etmek demek mi? Bu kadar basit mi yani? Şu saydıklarımın ‘güçlü ve yetkili’ makamlarından birinde olsam, Ümran’ınki gibi görüntülerden sonra, “Acaba benim yapabilecekken yapmadığım, deneyebilecekken denemediğim, söyleyebilecekken söylemediğim şeylerin bunda bir payı var mı?” diye düşünür, vicdan azabı duyardım. Ama siyasetçi olmak herhalde nasırlaşmış olmak demek. Bundan on ay evvel Rusya’ya ayranı kabarıp, altı buçuk saniye sınır ihlali yaptı diye uçağını düşüren ama pabucun pahalı olduğunu görünce yelkenleri suya indirip Rusya’nın Halep bombardımanlarına cılız itiraz dışında sesini çıkarmayan Türkiye hükümeti de onlardan aşağı kalmaz tabii.

Öte yandan, yukarıdaki soruları yalnız güç makamlarında oturan siyasetçiler değil, hepimiz kendimize sormalıyız. Evet, Suriye’de ve Halep’te gidişatı değiştirecek gücümüz yok belki ama sonuçlarıyla baş etme konusunda yapabileceklerimiz ama yapmadıklarımız olabilir. Bunu söylerken aklıma Türkiye Ermeni toplumu ve “Acaba Türkiye Ermenileri, genelde Suriye’de özelde Halep’te yaşanan acılar karşısında ne yaptı?” sorusu geliyor. Birileri diyebilir ki, “İlahi sen de, Türkiye Ermenilerinin kendilerine hayrı yok ki başkasına olsun.” Doğru ama bunlar aynı madalyonun iki yüzü zaten; kendimize faydamız olsa başkasına da olacak. Tabii ki Türkiye Ermenileri tek başlarına ne Suriye’nin ne Halep’in kurtarıcısı olabilir ama sorunların hafifletilmesi konusunda yapabilecekleri vardır herhalde. Doğru düzgün, verimli ve koordineli bir yönetimle hem bize, hem ihtiyacı olanlara belli oranlarda da olsa yetecek kaynağımız ve imkânımız var aslında ama utanç verici bir uyuşukluk, vurdumduymazlık, aymazlık içindeyiz. Türkiye Ermenileri, örneğin, hiç değilse birkaç yüz Suriyeli kimsesiz çocuğu barındıracak bir yapı oluşturmaktan aciz mi? Bunu yapamaz mıydı? Yapabilirdi ama planlı merkezî bir yönetime sahip olsaydı...

Kendi tercihim olmayan kolektif kimliklerimle gurur duymak gibi bir âdetim zaten yoktur ama Türkiye Ermenilerinin içinde bulunduğu bu uyuşukluktan, özellikle böyle trajik bir dönemde utanıyorum, çünkü az veya çok bunda hepimizin payı var. Ve hayır, soykırım artığı olmak, onlarca yıldır baskı altında yaşamış olmak bunun mazereti olamaz, olmamalı.

Not: Bana biraz müsaade, yorgunum, Türkiye yorgunuyum.