VİCKEN CHETERİAN

Vicken Cheterian

Sovyetlerin çöküşünden 25 yıl sonra: Dünyamızı değiştiren başarısız bir darbe

Türkiye’deki başarısız askerî darbe girişiminin yankıları ülkeyi şekillendirmeye ve Ortadoğu’nun siyasi coğrafyasında dengeleri değiştirmeye devam ederken, çeyrek yüzyıl önce gerçekleşmesine rağmen bugün hâlâ dünyamızı şekillendiren, başka bir başarısız darbenin yıldönümünü idrak ediyoruz. 1991’de Moskova’da yapılan başarısız ‘Ağustos darbesi’, dört ay sonra Sovyetler Birliği’nin yok olmasına yol açtı. Bir süper gücün tuhaf ömrünü yansıtan tuhaf ölümüydü yaşanan: SSCB ne Nazi ordularının şiddetli saldırılarıyla, ne de halk desteği almış şiddet dolu bir devrimin sonucuyla çökmüştü.

Liderlerinin Birlik’i korumak adına başlattığı bir askerî darbe girişimi yüzünden başarısızlığa uğradı ve öldü. ‘Sekizli çete’ denen darbe liderleri arasında Sovyetler Birliği Başkan Yardımcısı, Başbakan, Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı ve KGB Şefi de vardı. Bu insanlar zaten iktidardayken neden bir darbe planlama ihtiyacı hissetmişlerdi?

19 Ağustos 1991’in erken saatlerinde yeni düzen televizyondan duyurulurken, tanklar ve seçkin paraşütçüler Moskova’nın merkezine doğru harekete geçtiler. Darbe girişimi sefil bir şekilde başarısız oldu; SSCB Başkanı ve Gorbaçov ile onun reforme edilmiş Sovyetler Birliği planının en büyük rakibi Boris Yeltsin’i tutuklamayı bile başaramadılar. Kısa süre sonra binlerce vatandaş sokaklarda tankların önünü kesti ve iki günün sonunda birliklerine sivil eylemcilere ateş açmalarını emretmeyi hazmedemeyen darbeciler pes etti. 21 Ağustos’ta askerî araçları engellemeye çalışan üç eylemci bu araçlar tarafından ezildi. Onların ölümü, darbecilerin planlarından vazgeçmesinin nihai sebebiydi: Orduya silahsız sivillere ateş açmayı emretmeyi kaldıramayacaklardı.

Çeyrek yüzyıl sonra bile Sovyet devletinin çöküşü akıl almazlığını koruyor: Çeşitli silahlı kuvvetler, Kızıl Ordu, OMON birlikleri, KGB devletlerini neden savunmamıştı? Siyaset bilimi bu çelişkiye bir cevap bulmayı henüz başaramadı. Fakat yine de daha büyük bir gizem var: ‘Kendi’ devletini veya en azından kendinden menkul ‘proletarya diktatörlüğü’nde keyfini çıkardığı ayrıcalıkları korumayı başaramayan işçi sınıfına, devrimci proletaryaya ne olmuştu?

SSCB’nin çöküşü, birçok tarihi olayı da barındırıyordu; bir imparatorluğun jeopolitik çöküşü, Moskova etkisinin Doğu Avrupa’dan ve SSCB’deki 15 cumhuriyetin 14’ünden çekilişi bir arada yaşandı. Bu durum birkaç yerli ve milliyetçi aktörün ve uluslararası müdahalelerin doldurduğu bir güç boşluğu yarattı. SSCB kelimenin gerçek anlamıyla çökseydi, Kafkasya halklarının tepesine çökerdi. Bu çöküş bölgede çeyrek yüzyıl sonra bile bitmeyen bir dizi şiddet dolu savaşa yol açtı.

Bir de Sovyet ‘planlı (devlet güdümlü) ekonomi’ modelinin çöküşü var. Bunun sonucunda Sovyet mülkleri piyasa ekonomisi ve parlamenter demokrasi adına kısa süre içinde topluca özelleştirildi. Fakat özelleştirme eşine rastlanmamış bir toplumsal kutuplaşmaya yol açtı: siyasi bağlantıları sayesinde birdenbire muazzam bir sermaye ve mülk sahibi olan az sayıdaki ‘oligark’ ile birikimleri, işleri ve sosyal güvenliklerinden mahrum bırakılan kitleler arasında bir uçurum. Rusya ve ötesinde yeni bir toplumsal düzen yaratan, Batılı politikacılar ve danışmanlar tarafından desteklenip teşvik edilen, Yeltsin yönetimindeki bu toplu özelleştirme oldu. Sovyet sonrası ‘geçiş’, vatandaşlarına, kapitalist demokrasilere dönüşme sürecinde Batı’ya katılacak ‘yeni bağımsız devletler’ vaat ediyordu. Fakat bugün açıkça görüyoruz ki daha ziyade Üçüncü Dünya saflarına katıldılar.

Toplu özelleştirme, demokrasiyi öldürme pahasına kapitalizmi ve piyasa ilişkilerini doğurdu. Sovyet mülkleri yok pahasına özelleştirildi. Benim en çok sevdiğim örnek, bir araç üretim tesisi olan ZIL’in (Zavod Imini Likhachova) satışı. Bir zamanlar 100 bin çalışanı olan tesis, sadece 16 milyon dolara satılmıştı! Fabrikaları bu şekilde soyulurken, işçiler aylarca, bazen de yıllarca maaşsız çalıştı. Siyasi haklarla güçlenmesi gerekenlerin maddi varlıkları sarsılırken insan nasıl demokrasi yaratabilirdi ki? Bu istikrarsızlık 90’lı yıllarda, Putin yönetimi yeni bir toplumsal düzen getirene kadar devam etti: Demokrasisiz kapitalizm!

Üçüncü boyut ise ideolojik çöküştü. 19. yüzyıldan beri, ilerleme fikri devrimci değişimle ilişkilendiriliyordu. Marksizm, işçilerin devrimci değişim potansiyeliyle sınıfsız yeni bir tür toplum kurabilecek tutarlı bir toplumsal sınıf teşkil ettiğini ve bir sınıf egemenliği aracı olarak devletin gereksiz olduğunu ve ‘yitip gideceğini’ öne sürerek bu bakış açısına bir de sınıf boyutunu ekledi. Solcu paradigma 1968’e kadar baskınlığını sürdürdü, hem de Leninist vaadin çelişkilerine rağmen, devlet aracını devralıp onun baskıcı gücünü topluma karşı kullanarak sınıfsız bir topluma ulaşmak! Sovyetler Birliği’nin çöküşü aynı zamanda bu dünya görüşünün de çöküşüydü ki solcu aydınların çoğu bunu pek de fark etmedi. Sovyetlerin çöküşü perspektifinden 20. yüzyılın bütünlüklü bir değerlendirmesini yapmayı başaramadılar. Şu soruya cevap veremediler: Potansiyel olarak devrimci bir sınıf olan Sovyet işçi sınıfı nasıl oldu da toplu yok oluşuna karşı koyamadı?

Bunun yerine sessizce geri çekildiler. Meydan Sovyetlerin çöküşünün ve sonrasının neoliberal yorumlarına kaldı. Batı’nın yeni siyasi haritasını şekillendiren bu oldu. Eski devrimci sol, devrim ve sınıf mücadelesi fikrini bırakarak bunun yerine kamu sektörünü ve toplumsal başarılarını savunmaya girişti. Başka bir deyişle, radikal sol devrimden ve devlet bürokrasisini dağıtma amacından uzaklaştı ki bu, bir zamanlar sosyal demokrasinin konumuydu. Bu daha sonra liberal konumlara doğru evrilerek, çoğu zaman liberallerden veya muhafazakârlardan ayırt edilemez hale geldi.

Eski solun teslim olması, tarihi yolundan alıkoymadı; devrimler yaşanmaya ve bizi şaşırtmaya devam etti. Fakat bu devrimler özgürlük, eşitlik ve yeni toplumsal düzen vaat etmiyorlardı; kendi kendini yok eden din savaşlarına dönüşmüşlerdi. Sistemsel, hümanist, eleştirel ve sistem karşıtı bir düşünce hâlâ eski solcu devrim paradigmasının yerini almayı bekliyor. Fakat bu, Sovyet deneyimini kapsamlı bir biçimde eleştirmeden mümkün olabilir mi?