Vedat Türkali'nin ardından: "Zulmün olduğu yerde direniş de olacak"

Bugün aramızdan ayrılan Vedat Türkali, 2014’te çıkan son romanı ‘Bitti Bitti Bitmedi’yi şöyle anlatmıştı: “tanıklık ettiğim, yaşadığım ve çok şey borçlu olduğum bu toplumun, roman çerçevesinde tanıtımının tamamlanması” . Halil Türkden’in, Türkali’yle yaptığı bu söyleşiyi ustayı saygıyla anarak, tekrar yayımlıyoruz.

Türkiye solunun ve edebiyatının en yetkin ve deneyimli isimlerinden Vedat Türkali, doğumunun 95. yıldönümünü olan 2014 yılının sonlarına doğru çıkacak son kitabı ‘Bitti Bitti Bitmedi’nin heyecanını yaşıyor. Türkali ile uzun bir aradan sonra okurlarıyla buluşacağı yeni kitabı, Gezi direnişi ve sonrası, 24 Nisan 1915, barış süreci, demokratik özerklik, sansür ve İstanbul’a uzanan birçok konuda söyleştik.

Uzun bir aradan sonra, okurlar yeni romanınızla buluşacak. ‘Bitti Bitti Bitmedi’nin içeriğinden söz eder misiniz? 

Sevdiğim bir konusu var. Şimdiye kadar yedi adet roman yazıp, 12 Eylül 1980’e kadar yürümüştüm. Aslında, aklımda olan şey bu yüzyılı tamamlamak. Bu yeni romanda, 12 Eylül 1980’den 1999’un son gününe kadar geliyorum. Bu benim için, tanıklık ettiğim, yaşadığım ve çok şey borçlu olduğum bu toplumun, roman çerçevesinde tanıtımının tamamlanması demek.

Romanda yer alan karakterler yaşamış, gerçek kişiler mi?

Evet,  romanımda bahsettiğim karakterlerin hepsi yaşamış insanlar ve anlatılanlar da belgelere dayanan gerçekler. Romanda bahsedilen Kürt ve Ermenilerin hepsi yaşamış kişiler. Hâlâ, Ermeni Soykırımı’nın gerçekten soykırım olmadığını öne süren sözde aydınlar var. İstibdat padişahı Abdülhamit’i tahttan indirdikleri için, devrimci ve ilerici olarak nitelenen İttihat ve Terakki’nin üç önemli ismi vardı. Talat, Enver ve Sait Halim Paşa… Bugün  de Talat Paşa’nın İttihat Terakkisi kıvamında Doğu Perinçek’in İşçi Partisi var. Bunca gerçeğin içinde halen “Biz soykırım yapmadık, Ermeniler Türkler’i kesti” diyebiliyorlar. Ermenilere ve Kürtlere yapılanları, zulmü ve işkenceyi anlatabilecek bir roman yazmayı düşündüm. Diyarbakır ve Adana cezaevlerinden başlayıp İttihat Terakki dönemine kadar gelecek.

‘Bitti Bitti Bitmedi’de yer almayacak bölüme, yani, dünyada ve Türkiye’de önemli olayların ve değişimlerin yaşandığı 2010 sonrası hakkında neler düşünüyorsunuz, nasıl bir bakışınız var?

Taksim’de yaşanan Gezi Direnişi’ni ve Türkiye’nin birçok yerindeki olayları takip ettim. Sağlığım nedeniyle bu insanların aralarında olamadım. Ama onları izledikçe, geleceğimizin güvence altında olduğunu gördüm. Dünya tarihinde de Türkiye’de de şu çok açık olarak görülmüştür. Zulmün olduğu yerde direniş de olacaktır. İmgeler çoğalsa da bellek dediğimiz şey daha da güçleniyor. Bunun sebebi hem yaratıcılık, hem de coşkudur. Son yıllarda yaşanan olaylar ve direnişler, hiç unutulmayacak ve mutlaka başarılı olacaklar.

Barış bir sürece bağlandı gidiyor; kalıcı bir barış nasıl sağlanabilir? Kürt halkı demokratik özerkliğin inşa sürecini hızlandırdı ve bazı illerde pilot uygulamalar başladı. Gidişatı nasıl yorumluyorsunuz?

Kürt halkı bu süreçte de başarılı olacaktır. Kürtlerin politik olarak oldukça bilinçli bir halk olduklarını düşünüyorum. Dilerim, yakın zamanda dağdaki ve sokaktaki çocuklarımız kucaklaşırlar. Gidişatın iyi olmasında, Newroz mektubundan dolayı kutladığım ve şu ana kadarki tutumundan dolayı büyük bir sevgi ve saygı beslediğim Abdullah Öcalan’ın da önemli bir rolü var. Özellikle Newroz mektubunda, kimi sorunlu yerlerin bulunduğunu kabul ediyorum, ama çözüm diye bir süreçten bahsediyorsak, sonuca bakmak gerekir. Onun tutumu ve söylemleri, dağları ve yolları açacak nitelikte.

Barış süreciyle Ermeni meselesi arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?

Bu noktada Ermeni meselesini de konuşmak gerekiyor. Türkiye’de Kürt meselesini çözmek istiyorsanız, önce Ermeni meselesini çözmeniz gerekir. İki meseleye de aynı itinayı göstermek gerekiyor. Hükümetin sorumluluğu, Kürt ve Ermeni sorunuyla beraber, tüm ezilenlerin sorununu çözmektir. Bu da ayakları yere basan bir anayasa ile ortaya çıkar. Başkanlık sistemi ve iktidar tarafından öne sürülen diğer tüm yeni seçenekler, Ortadoğu’da provokatör ve savaşçı bir politika için üretiliyor. Buna kesinlikle izin verilmemeli. Herhangi bir yönetim değişikliğinden ilk olarak Kürtler zarar görecektir.

Edebi eserlerde sansürlenen ve yasaklanan eserler listesine yakın  zamanda Ece Ayhan’ın ‘Meçhul Öğrenci Anıtı’ da eklendi. Deyim yerindeyse, yayınevleri de diken üstünde. Sanata ve edebiyata yönelik sansür siyaseti hakkında düşünceniz neler?

İktidar tehlike gördüğü her şeyi yasaklama yoluna gider. Sanatçı da edebiyatçı da sansürle karşılaşır. Türkiye'yi korku yönetiyor çünkü! İktidar muhalefetten korkuyor, muhalefet iktidardan. Halk işsizlikten, açlıktan da korkuyor, devletten de! Sanat en güçlü muhalefet biçimi. Alınganlıkla, öfkeli konuşuyor diyecekler çıkabilir. Yeşilçam'da yalnız değildik. Oyuncusu, yönetmeni, işçisi, yazarıyla herkesin bildiği bir sürü ad sayılabilir. En büyük kavga kime karşı oldu? Sansüre karşı. Yani, devletin olumsuz baskısına karşı. Âdeta yabancı filmlere alan açar gibi, onlara hak gördükleri birçok şeyi Türk sinemasına yasaklamışlardı. Deniz Baykal'ın içinde bulunduğu parti, o dönemin sorumluluğunun bütün ağırlığını taşır. CHP yeniden iktidar olduğu zaman, 'Ecevit, Karaoğlan'ımız geldi, oh demokrasiye kavuştuk' dendi. Biliyor musunuz, o iktidar döneminde Türk sinemasına hiçbir hak tanımadılar, sansürü de kaldırmadılar. İktidarın çağrısıyla sinema örgütlerinin temsilcileri olarak, Lütfü Akad, Halit Refiğ, Süreyya Duru, Mahmut Tali Öngören, ben  ve başkaları… Ankara'da toplanarak umutla hazırladığımız tasarı olduğu gibi kaldı.

Kim kaldırdı peki sansürü?

Bugünkü haline yönelik ilk adımı atan, yazık ki Özal'dır. Şimdi ben Özal'ın propagandisti gibi oluyorum ama gerçek bu. Bu rastlantı değil. Deniz Baykal'ın sözüne değinmemin nedeni bu. Onların sinemaya, sanata yaklaşımları, Yeşilçam'a yaklaşımları, halka tavırlarının bir göstergesi. Dediğim gibi, o dönemde olumlu hiçbir şey yapmadıkları gibi, eskisinden de aşağılık bir sansür yönetmeliği getirdiler.

‘O şiiri eşimin ve kızımın hasretiyle yazdım’

‘İstanbul’ şiirinizde “sen ne güzelsin kavgamızın şehri” diyorsunuz, kavga devam ediyor. Sis şairine ithaf ettiğiniz bu şiirin hikâyesi ve sizin için önemi nedir?

“Boşuna çekilmedi

                bunca acılar İstanbul

Bekle bizi

Bekle zafer şarkılarıyla

                caddelerinden geçişimizi

Bekle dinamiti tarihin

Bekle yumruklarımız

Haramilerin saltanatını yıksın

Bekle o günler gelsin

                İstanbul bekle

Sen bize layıksın”

Bu şiiri, eşim Merih Pirhasan için yazmıştım. İstanbul'da değildim. Eşim doğum yapmıştı. Deniz (Türkali) dünyaya geldi. İkisini de göremiyordum. O duygularla, hasretle yazdım. Daktilo bile etmemiştim. Sonra ‘Bir Gün Tek Başına’ da yer aldı. Besteleyip şarkı yaptılar. Marş haline geldi.

Etiketler

Vedat Türkali


Yazar Hakkında