LEVON BAĞIŞ

Levon Bağış

OBUR

Büyüdüğüm gün

Volkan’la okuldan beraber yürürdük eve. Daha doğrusu, eve kadar deli danalar gibi koşardık. İkimiz de yeterince yırtık olduğumuzdan, analarımızı beklemezdik çıkışta. Koca koca adamlardık yahu, ne işi vardı yanımızda gereğinden büyük kadınların!

Volkan’ların evi ana caddedeydi. Bizimki, caddenin alt sokağında.

Çocukluğun verdiği, aklı beş karış havadalık vardır ya; işte o, ilkokul üçüncü sınıfta olmanın verdiği müthiş özgürlük hissiyle karıştığında ortaya garip bir şey çıkıyor. Biz de, garip küçük adamlar olarak, sırtımızda değme hamalları zorlayacak çantalarla, çok manasız şekilde, eve kadar koşardık. Toz toprak içinde o kadar koşunca kararmış surattan akan ter beyaz bir iz bırakarak iner aşağı. Üzerimizdekiler yırtık, bir de burnumuz akıyor olsa, al sana on numara siyah-beyaz sanat fotoğrafı...

Eve kir pas içinde döndüğümden, mamam beni çokça kapıda soyundurmuştur. Zaten mutlaka onu kızdıracak bir şey yapmış olarak gelirdim eve. Hayat benim için çok zordu anlayacağınız. Bütün çocuklardan daha iri olan gövdemle sınıfın abisi gibi durduğum için öğretmen de bana ucundan kıl olurdu. Bilirsiniz, okul önlüğünün en üst kısmında tek bir düğme olur. Beyaz yakanın iki ucunu o düğmeye iliklediğinizde yaka boynunuza dolanmış olur. Fakat o yakaların uçları benim boynumda birbirine kavuşamadığından benim yaka düğmem iki taneydi, yakanın iki ucu arasında da birkaç santimlik boşluk vardı. İşte, benim hayatımın kısa özeti, yakanın uçları arasındaki boşluk galiba. Her ne kadar sınıfın abisi gibi dursam da, öğretmenin bana kıl olmasını gerektirecek bir durum yoktu aslında. Çünkü okulla, oradaki herhangi birine kıl olacağı kadar ilgisi yoktu. Bize ders vermek yerine sınıftaki çocuklardan birinin babasına dişini yaptırdı, benim okul hayatım boyunca. Dikkatinizi çekerim, öyle bir yıl falan değil, beş yıl sürdü bu diş hikâyesi. Babasının torpiliyle über bir ilkokul hayatı yaşayan sevgili dişçi çocuğu arkadaşımızın babası herhalde ortaokul ve lisedeki tüm öğretmenlerin dişlerini yapamadığı için pek başaralı bir okul hayatı süremedi sonra.

Neyse, mamamı düşünüyorum da, şimdi ben de olsam pek hazzetmezdim benden. Okulun arka sırasında oturup kırmızı kalemi kemirdiği için eli yüzü, her tarafı kıpkırmızı olan çocuk var ya, işte o bendim. Evin terasına çıktığında dördüncü kattaki terasın korkuluğunda yürüyen ve düşmek üzere olan da bendim. Zaten serserilik, sarhoşluk hayatıma altı yaşında, babamın Metaxa’sından içip sarhoş olarak başlamıştım, ki büyüdüğümde mazim beni utandırmadı.

Bir gün, ne halt ettiysek, yine eve koşarak gittik ama arada elma bahçesine daldığımızdan epey geç vardık evlerimize Volkan’la. Mamam asla ve kata beni salmadı sokağa. Volkan benim kadar şanssız değildi bu konuda, anası ona izin vermişti. Ama aslında şanslı olan benmişim, şans ondan yana değilmiş. Karşıdan karşıya geçerken bir belediye otobüsü Volkan’ı o akşamüstü altına almış. El kadar çocuk orada vermiş canını. O caddede trafik ışığı olmadığı için benzeri defalarca yaşanan kazalardan biri...

Ben ertesi sabah evinin önünde onu bekledim, gelmedi. Okula gittiğimde bütün sınıf ağlıyordu. Bir terslik olduğunu anlamıştım. Meğer Volkan’a ağlıyorlarmış. Çocukların o ikiyüzlülüğü beni o gün hayattan tiksindirdi. Kapıcı çocuğu diye onunla oynamazlardı bile, şimdi arkasından ağlıyorlardı. Ben hep Volkan’la oynardım. Anaokulunu iki yıl Ermeni okulunda okumuş, oradan ‘Türk mektebi’ne geçmiş biri olarak, hayat bilgisi dersinde öğretmenin “Yaya nedir?” sorusuna “Anneanne demektir” diye cevap verdiğimde bir tek o gülmemişti bana. Daha ne olsun... O sırada sana gülmelerinin dünyanın sonu olduğunu sanıyorsun. O gün bana gülen çocuklar şimdi kendilerinden geçmiş, ağlıyorlardı. O ağlayanlar sonra çok başarılı adamlar oldular. Hayır, hiçbirini görmüyorum şimdi ama eminim başarılı olduklarına. Başarılı olmak için tüm donanıma sahiptiler çünkü.

Ben hiç ağlamadım. Gittim, en arka sıraya oturdum. Bizim sıramız boş bırakılmıştı, üzerine çiçek koymuşlardı. Çok manasız gelmişti bana, o kıçıkırık çiçekler. Arkadaşımın yerine koya koya iki tane yarı solgun karanfil koymuşlardı. Karanfilden de galiba o gün nefret ettim. Hâlâ cenazelerde karanfil gördükçe o gün gelir aklıma. Bir çiçek için ne kötü bir kader diye düşünürüm.

O gün çıkışa kalmadan babam geldi okuldan beni almaya. Ağlamadığımı gördü. Hiç konuşmadan eve geldik. Bana “Ağla” dedi, “ağlamayan adamlar sahtedir.” Hiç anlamadım ne demek istediğini ama yine de ağlamadım.

Sonra acele bir işi varmış gibi koşarak evden gitti. Eve geldiğinde mamamla epey tartıştılar. Mamam hep “Sana mı kaldı” diyordu.

Sabah anladım tantanayı. Babam herkesi örgütlemişti. Evden Volkan’ın öldüğü yere gittik. Babam sürekli bağırıyordu. Bir kalabalık oluştu. Trafik kesildi. Kerli ferli adamlar yola oturdu, trafiği kesitler. O gün okulun velileri dev gibi bir orduyu yendi. Belediye Başkanı gelip oraya trafik lambası yapılacağına söz verdi.

Ben o gün babamı daha çok sevdim. O gün mücadelenin iyi bir şey olduğunu öğrendim. İnsanların iyi de olabileceklerini öğrendim. Beraber bir şeylerin değiştirilebileceğini o gün öğrendim. O gün eve gittim, sabaha kadar ağladım. Ben galiba o gün büyüdüm.