Rüyet ya da İvan diye bir sokak kontu

Fotoğrafçı Berge Arabian, bu kez bize sokakların kontu İvan’ı tanıtıyor. Hayatın zirvelerini de çukurlarını da görmüş geçirmiş bir adamı.

Fotoğrafçı Berge Arabian, insanın görünmeyen hikâyesinin peşine düşen bir sanatçı. İçeride bir yerde saklı olandan. Herkesin ilk bakışta fark etmediği, çoklarının görmezden geldiği ayrıntıları yakalaması bundan. Bu kez bize sokakların kontu İvan’ı tanıtıyor. Hayatın zirvelerini de çukurlarını da görmüş geçirmiş bir adamı. Bosna Hersek’ten Kanada’ya gelmiş bir sığınmacıyı. Önceleri tır fabrikalarında çalışan, alanının uzmanı İvan, hayatı yaşamayı bilen, dans etmeyi seven, gusto sahibi bir insan. Sonrası bir kaza… Onun da artık anlatamadığı bir kaza. Uzun hastalık dönemi ve her şeyin kaybı… Eşyaların, insanların… Tek şey hariç. Ruhun asaleti. Berge Arabian, İvan’ın o asil ruhuyla tanıştırıyor bizleri. Ama daha fazlası var. Bu bir karşılaşma, işlerine tutkuyla bağlı, hayatın hakkını vermeyi seven iki insanın kader eliyle ayarlanmış buluşması. Sessizliği paylaşabilen, sigara aracılığıyla konuşabilen iki ruhun yoldaşlığı. Bir dinleyen çıkınca, İvan’ın kırık dökük İngilizcesinden dökülen hayat ayrıntıları. Koca kalabalıkların içinde anonimleşmekten kurtulan ve yeniden hikâyesine kavuşan İvan, hayatın anlamı, öncelikler, aidiyet ve kayıp üzerine çok şey söylüyor, dinlemesini bilene…

Onu o zaman kadar birkaç kere görmüştüm. Uzun bir süre boyunca ona Rüyet dedim. Uyanıkken gördüğümüz sabah rüyası gibi. Bellekte ve kalpte iz bırakan bir görünüm…

Yüzü ve duruşu hoşuma gitmişti. Sessiz hüznü de bir o kadar hoş geliyordu. Unutulmaz günlerin çoktan geçip gittiğini bilen, geçmişin özlemiyle dolu bir kontu andırıyordu. Sokaklarda ve pastanelerde birdenbire önümde beliriyordu ve ben de gizlice bir fotoğrafını çekmek için her daim fotoğraf makinemi hazır bekletiyordum. Objektifimi doğrudan ona çevirecek cesaretim yoktu. Gizlice hareket etmem gerektiğinin farkındaydım. Sükûnetine saygım vardı. Bu çabadan ve onu fotoğraflama takıntımdan vazgeçmek üzereydim. Her defasında aynı şey oluyordu. Gizlice çektiğim fotoğraflar ya bulanık çıkıyor ya da en iyi ihtimalle hayaletvari meçhul bir figürün siluetini yansıtıyordu.

Zamanın durduğu an

Sonra bir gün o an gelip çattı! Kasanın yakınındaki tezgâhta, birkaç tabure ötemde oturuyordu. Ne kadar da mahzun ve derin görünüyordu! Artık beş kuruşu olmadığından, hatta belki de evsiz olduğundan emindim. Ceketi ve ayakkabıları bunu belli ediyordu. Yine de başka bir havası, fakirliğinin bile zarif bir yanı vardı. Orada oturmuş, sigara üstüne sigara içiyor ve gözlerini ayırmadan sonsuz boşluğa bakıyordu. Sigarasını ağzına götüren eli dışında tamamen kıpırtısızdı. Acaba ne düşünüyordu? Münzevi bir keşiş işte bu kadar yakınımda oturuyordu ama yine de ona dokunmak imkânsızdı. Ve ışık! Perdelerin arasındaki tek boşluktan sanki sırf onun ellerini okşamak için sızmıştı. Heyecandan iştahım kaçtı. Titremeye başladım. İşte beklediğim kare buydu. Bu ânı o kadar uzun zamandır bekliyordum ki... Bugüne kadar kaçırdığım fırsatların hiçbir önemi yoktu ama bunu da kaçırırsam kendimi asla affedemezdim.

Ayağa kalktım. Fotoğraf makinem o zamanlar her gün olduğu gibi omzumda asılıydı. Hesabı ödeyecekmişim gibi davranarak kasaya yaklaştım. Aramızdaki mesafeyi ölçmek için bir an ona baktım ve objektifimin kapağını açarak makineyi sağlam bir yere dayadım. Fazla pozlayıp pozlamadığımın pek önemi yoktu. Yeterince ışık olduğundan emindim. Hayalimin gerçekleşebileceği düşüncesiyle gerginlikten titriyordum. Derin bir nefes almam gerekiyordu. Hâlâ tefekkür halindeydi; keşke birkaç saniye daha öyle kalsaydı... Biraz daha vaktim olduğunu sanıyordum. Kasiyer ona uzattığım parayı daha yeni fark etmişti. Kasanın açıldığını işittim. Kaybedecek bir saniyem bile yoktu. Bunu şimdi yapmalıydım. Yavaşça yana döndüm ve objektifin ona dönük olduğundan emin olmak için son bir kere kalçamla kamerayı yokladım. Hareketsiz durabilmek için derin bir nefes aldım ve deklanşöre bastım. Deklanşörün sesi onun artık bir Rüyet olmadığının habercisiydi.

Karşılaşma

Epey bir zaman sonra bir şekilde onunla tanıştım. Bu sefer tam yanımdaki taburede oturuyordu. Ve sohbet ettik. Beni odasına davet etti. Yıpranmış minderli gıcırdayan bir yatak, aynalı bir şifonyer, üstünde ağzına kadar izmaritlerle dolu bir kültablası olan bir sehpa. İtiraf etmem gereken bir şey vardı ve ben çekiniyordum. Sonunda kararlı davrandım ve ona çektiğim fotoğrafı gösterdim. Bir süre fotoğrafa baktıktan sonra kahkahalara boğuldu. Ben de güldüm. Hava bir şekilde yumuşamıştı. Rüyet, fotoğrafını beğenmişti.

Paylaşılan sessizlik

Sonra sık sık onu ziyaret edip fotoğraflamaya başladım; gurur duyduğum bazı fotoğrafları da ona hediye ediyordum. Beraber bir sürü sigara paylaştık. Sessizliği paylaştığımız da oldu. Onu, sessizliği vasıtasıyla anlıyordum. Tıpkı benim gibi o da başka bir yere, başka bir zamana aitti. Evim dediği bir yere. Tıpkı bana olduğu gibi, onun gençlik hayalleri de bu vaat edilmiş topraklarda uçup gitmişti. O Bosna Hersek’ten geliyordu, bense Kamışlı’dan. Onu, hüzünlü gözlerine bakarak anlıyordum. Bakışları öyle uzaktı ki… Güldüğümüz de olurdu. Bazen de bozuk İngilizcesiyle konuşurdu. Aramıza kültablasını koyup, yatağına otururduk ve ben onu dinlerdim.

Toronto’daki Queen ve Bathurst mahallelerinde ve College sokağında herkes onu tanıyordu. Fakat geçmişini bilen çok az kişi vardı. Bir zamanlar şık bir adam olduğunu söylüyorlardı. Bir zamanlar çalışkan da bir adammış, dediklerine göre. O zamanlar rahat ve şık giyinirmiş. Nereden geldiğini bilmeseler de birçok insan onu tanıyordu. O da birçok insanı tanıyordu. Eskiden cumartesi geceleri dansa gider ve çok da güzel dans edermiş. Onu eskiden tanıyanlar, bir zamanlar konuşkan biri olduğunu söylüyordu. Şimdiyse geriye sadece birkaç sessiz jest ve kelimelerin boşluğunu doldurmak için cebinden çıkardığı birkaç şey kalmıştı: bir tarak, tırnak makası, küçük bir kalıp sabun… küçük bir ilaç kutusu.

Dediklerine göre eskiden gösterişli bir arabası ve siyah güneş gözlükleri varmış. Kimi zaman kibirli davrandığı bile olurmuş. Fakat tüm bunlar çok önce, kazadan önceymiş…

Kaza, soygun ve kader

Yaklaşık altı ay boyunca onu haftada birkaç kez ziyaret ettim ve negatiflerle fotoğraflar dağ gibi birikti. Ivan’a hediye ettiğim fotoğraflar da öyle. Sonra bir gün, birkaç meslektaşımla günlerce çalıştıktan sonra yorgun argın eve geldim ve arabamdaki negatifleri ve fotoğrafları eve taşımaya üşenip doğruca yatağa girdim.

Ertesi sabah, hayatımın en kötü günlerinden biriydi. İşe gitmek üzere arabama doğru ilerliyordum ki, ortada araba filan olmadığını gördüm. Evin önünden caddeye doğru kaydığını düşündüm ama yanılmıştım; araba yoktu. Bütün bedenim titriyordu.

Negatiflerim… Fotoğraflarım… Bütün mahalleyi aradım, ama hiçbir iz yoktu. Kabus gerçekti. Arabayla birlikte üzerinde çalıştığım üç projeye ait portfolyolar da gitmişti. İvan’la geçirdiğim altı ayın tüm negatifleri ve şaheserleri de yoktu artık. Bugün hâlâ, artık Toronto’da olmasam da bir gün kapımı açıp iyi kalpli birinin günümü güzelleştirmek adına kapımın önüne bıraktığı iki çanta dolusu negatif ve fotoğrafı bulacağımı umuyorum. Eduardo Galeano’nun, bunamış yaşlı bir adamın evinden ufak bir kutu çalan hırsızlarla ilgili o öyküsü sık sık aklıma geliyor. Daha sonra bu kutunun adamın gençlik aşkından gelen aşk mektuplarıyla dolu olduğunu fark ediyorlar. Kısa süre sonra da her hafta adamın evine bir mektup gelmeye başlıyor. Adam ardı arkası kesilmeyen mektupları okuyor da okuyor. Ne olduğunu bile anlamadan yeniden aşık oluyor. O yaşında, aşık bir genç adam olarak ölüyor. Bugün hâlâ arabamı çalanların o hırsızlar kadar iyi kalpli olmasını umuyorum.

Polisin bir yardımı olmadı. Onlara göre herhangi bir araba daha çalınmıştı, o kadar. Negatifleri ve bir fotoğrafçının hayallerini umursayacak halleri yoktu ya. Üç hafta boyunca, hırsızların arabamı bir yerlerde terk etmiş olabileceği umuduyla Toronto’nun bütün alışveriş merkezlerinin park yerlerini dolaştım durdum. Bütün arşiv gitmişti. İvan’ın çok da iyi olmayan birkaç fotoğrafından başka bir şey yoktu evde. Sonra ona vermiş olduğum fotoğrafları hatırladım. Aynı gece içimde bir umut ışığıyla hemen İvan’ın evine gittim. Ona verdiğim fotoğrafları tekrar çekip yeni negatifler elde edebilirdim. Orijinalleri kadar iyi olmasa da bu da bir şeydi, hiç yoktan iyiydi.

‘Aynıyız işte…’

İvan sessizdi. Ona durmadan fotoğrafları birkaç günlüğünü ödünç alıp alamayacağımı soruyordum. Ama aldığım tek cevap sessizlikti. Uzunca bir arada sonra, “Yok bende,” dedi. Şaşkına dönmüştüm. “Yok bende, ne demek? Onlar benden sana hediyeydi,” dedim. “Bilmiyorum, gitti.” Meğer hoşuna giden biriyle tanıştığında bu fotoğraflardan birini hediye ediyormuş. Orada burada tanıştığı bir kadın, bir adam, bir esnaf, yolda karşılaştığı eş dost… Bütün fotoğrafları vermişti. İkinci bir kabus yaşıyordum. “Şimdi ben ne yapacağım İvan? Her şey gitti,” dedim. Gülmeye başladı ve sonra elini havada sallayarak, “Ne olacak yani? Sen de benden oldun işte. İkimiz aynıyız. Önceden benim güzel bir arabam, teybim, takım elbisem, kravatım vardı… Hepsi gitti. Şimdi de senin her şeyin gitti. Aynıyız işte, di mi?” Hâlâ gülüyordu.

Bir anlığına donup, yüzünü izledim. Sonra birdenbire ben de gülmeye başladım. Beraberce güldük de güldük; önce kibarca sonra da çılgınca. Uzunca bir süre bu şekilde güldük. İki dost… Yaşlı bir adam ile bir fotoğrafçı… Hüsrana uğramış iki göçmen, yıpranmış bir yatağın üstünde. İnsan bilgeliğe rastgeldiğinde çekingenliğini üzerinden atar, acılarını unutur ve basit bir gerçek yüzüne çarpar; sonunda da rahatlayarak, “Hayat böyle işte,” diye mırıldanıverir.***

*** Bu olaydan kısa bir süre sonra İvan’ı tekrar fotoğraflamaya başladım. Fotoğrafçı arkadaşlarımın yardımıyla geriye kalan birkaç fotoğraftan 4x4 negatifler yarattık. Neticede iki yıl boyunca İvan’ın epey fazla fotoğrafını çektim ve çalınan arşivin anısına yepyeni bir arşiv oluşturdum. Bir çalışmalarım iki sergide yer aldı. 

İvan’ın sesinden…

“Önce ben böyle değil. Sağlık iyi. İş iyi. Çok mutlu. Önceden daire var, iş, giysiler, araba… Her şeyim var. Çok çalışıyorum… çok yıl…Bazen bankada kadın, Yunan kadın bana diyor ki ‘Çok paran var. Her hafta koca çekler… sen zengin’ Ben gülüyor. 1967’de Kanada’ya geldiğimde çok çalışmak seviyorum. Kanada bana iyi. Bosna Hersek’ten geliyorum. Tito’nun zamanı. Tito çok iyi adam. Yugoslav fabrikasında çalışıyorum, Arap ülkelerine çok tır yapıyorum. Suudi Arabistan, Suriye… çok iş ama iyi. Sonra buraya geliyorum. Toronto’ya. Otuz iki yıl önce. Gencim, güçlü. Araba boyama fabrikasında çalışmaya başlıyorum. Her gün koku. Sert, çok pis koku. Yıka yıka… koku gitmiyor. Bırakıyorum. 67’de iş çok. Ben kablo, büyük kablo yapmaya gidiyorum. İyi para. Güzel maaş. Sonra restoranda çalışıyorum. Her gün teslimat. Büyük araç, iyi iş…”

***

 “Önceleri dairem var. Okula gidiyorum, İngilizce öğreniyorum. Evde çok çalışıyorum. Evde her gece, ödev yapıyorum. Masam, kalemim, kağıdım, kitaplarım var. Kendi kendime her gece Kanada İngilizcesi… Öğretmen diyor ki: ‘Sen iyi öğrenci’. İngilizce öğrenmeyi seviyorum… sonra arabam var. Mor gibi rengi, büyük araba. Parisian Pontiac. Araba sürmeyi seviyorum. Şehirde çok sürüyorum. Bazen Toronto dışına gidiyorum. Sür… sür… sonra kaza!

Pofff… bitiyor. Araba yok. İş yok. Hastane… sonra, bilmiyorum.”

*** 

“Müzik seviyorum. Önceleri çok yıl dans ediyorum. Haftasonları. Burada, Queen Baturst’a yakın. Kız arkadaşım oluyor. Bazen Yunan, Kanadalı… çok çeşit. Çok yıl önce Yugoslav tavernasına gidiyorum hep dansa… Dundaswest. Ülkemdeki gibi dans ediyorum. İyi müzik, iyi dans. İçiyorum, yiyorum… çok dans ediyorum….”

Çeviri: Cansen Mavituna



Yazar Hakkında