‘Köylü direnmezken tabiat direniyordu’

Seçkin Yılmaz’ın, 30 Ekim’e kadar devam edecek olan Fotoistanbul kapsamında, Ortaköy’deki eski Yahudi yetimhanesinde sergilenen ‘Kırsal Düşü’ adlı projesi, 50 hanelik bu köyün geçirdiği dönüşümü aktarıyor.

“Dağlarım oyuldu, toprağım boğuldu” sözleriyle başlıyor fotoğrafçı Seçkin Yılmaz, Dereköy’ün hikâyesini anlatmaya. Burası ÇED raporlarına bakılmaksızın inşa edilen HES’lerden nasibini alan, tabiatı değişen, zenginliklerini ve insanlarını yitiren köylerden yalnızca biri. Yılmaz’ın, 30 Ekim’e kadar devam edecek olan Fotoistanbul kapsamında, Ortaköy’deki eski Yahudi yetimhanesinde sergilenen ‘Kırsal Düşü’ adlı projesi, 50 hanelik bu köyün geçirdiği dönüşümü öznel ama mesafeli bir bakışla aktarıyor; aynı zamanda, izleyiciye “Bu değişimin bir dönüşü var mı, bereketli topraklar ve su yeniden kazanılır mı?” sorusunu sorduruyor.

Festival sırasında Yılmaz’ın aynı başlıklı fotoğraf kitabının da lansmanı yapıldı. Kitap dağıtıma çıkmaya hazırlanırken, fotoğrafçıyla karanlık odasının bulunduğu evinde bir araya gelip, önümüzdeki ay Adana’ya taşınacak olan sergisini konuştuk. 

Fotoğraf çekmeye nasıl başladınız?

Seneler önce Almanya’ya gittiğimde bir fotoğraf makinesi almıştım. O sırada Adana’da yaşıyor ve çalışıyordum. Fotoğrafçı Sefa Ulukan’dan ders almaya başladım. Yine de yaptığım şey bir türlü beni tatmin etmiyordu. Ben duygusal bir insanım ama çektiğim fotoğraflara duygularımı yansıtamıyorum. Sonra bir sergi gezdim, o sergiyi bir daha gezdim. Meğer Fethi Sabunsoy’un sergisiymiş. Dedim ki, ben de böyle çekmek istiyorum. Bunun üzerine arkadaşlar Fethi Hoca’yla beni tanıştırdılar. Onunla çok sıcak bir günde Adana’da fotoğraf çekmeye çıktık. Sabahtan akşama kadar dolaştık. O gün çektiğim fotoğrafları hâlâ çok severim. İlk kişisel sergimde de o fotoğraflara yer vermiştim. Fethi Hoca’yla dostluğumuz orada başladı, 2007 yılında o ölene kadar devam etti.

Hangi yıl tanışmıştınız Fethi Sabunsoy’la?

2002’de. Ben fotoğraf çekmeye 1998’de başladım. Fethi Hoca’yla çalışmaya başlamadan önce sadece iki makara siyah-beyaz film çekmiştim. 2006’da açtığım kişisel sergime Anadolu Ajansı’nın bölge müdürü gelmişti. Orada bana ajans için çalışmamı teklif etti. Bir taraftan Türk Telekom’da yöneticiyken, aynı zamanda ajansa yurt muhabirliği yapmaya başladım. Aynı zamanda Adana Fotoğraf Amatörleri Derneği’nde (AFAD) ders veriyordum. Bu arada Fethi Hoca vefat etti. Karanlık odanın evde olması, kimyasallar sıkıntı yaratıyordu. Ajansa haber yaparken hem renkli fotoğraflara, hem de hızlı çalışmaya ihtiyacım vardı. Dolayısıyla kendime bir dijital kamera aldım, ama analogdan da hiçbir zaman vazgeçmedim. Karanlık odada çalışmaya hâlâ büyük bir keyifle devam ediyorum.

Sizinle tanıştığımızda, Adana’daki paylaşımlarınızdan ve fotoğraf tutkusundan bahsetmiştiniz. Fethi Sabunsoy’un, henüz kurumamış karanlık oda baskılarını getirip arabasının bagajından size göstermesi, fotoğraf çekmek için beraber çıktığınız turlar, evlerde kurduğunuz karanlık odalar... O ortamı anlatır mısınız biraz?

Fethi Hoca, Çukurova Üniversitesi’nde öğretim görevlisiydi. Okulda bir karanlık odası vardı. Haftada birkaç gün ben de giderdim oraya, birlikte film yıkar, baskı yapardık. Analogla çalışan birinin karanlık oda geçmişinin olmaması bana çok büyük bir eksiklik gibi geliyor. Karanlık odanın evde olmasıysa, fotoğrafla yaşamak demek. Fethi Hoca, “Fotoğrafa çıkarken üç kişi fazla, iki kişi az” derdi. Çünkü konsantrasyon gerekiyor. Fotoğrafla ilgili konuşsan da, olgunlaşana kadar projeni saklarsın, özelinde tutarsın. Filmi yıkarken, baskıyı yaparken, neyi sunacağına karar verene kadar kimse görmez. Aslında kendin bile, fotoğraf çıkıp onu görene kadar beklersin. Gizemli bir süreçtir bu. Aklında deklanşöre bastığın an vardır ama oradaki ışığı yakalayabildim mi acaba diye merak edersin. Belki de bu yüzden dijitalden aynı keyfi alamıyorum. Dijital makineyle çektiğim fotoğrafların çoğunu hatırlamıyorum. Onları hemen görebiliyorsun, dolayısıyla hafızana kaydetmiyorsun. Halbuki çektiğim bir filmi yıkayıp fotoğrafı görene kadar o kare zihninde. Çıktığında da, “Buydu işte” diyorsun.

Adana’da birlikte fotoğraf çektiğimiz arkadaşlarımızla hemen her akşam iş çıkışı bir yerde oturup fotoğraf konuşurduk. Bazen Fethi Hoca karanlık odasında yaptığı baskıları henüz kurumadan bize gösterirdi. Bu paylaşım insana enerji veriyor. Fotoğraf çekmeye çıkabilmek, dert edindiğin konu üzerinde çalışabilmek için o enerji gerekiyor. Orada bu vardı. Fethi Hoca öldükten sonra bir süre fotoğraf çekemedim. Çünkü herkesle birlikte seyahate çıkamayacağın gibi, herkesle fotoğraf da çekemiyorsun. Her zaman tek başına da yapamıyorsun. Birbirini iteklemen, düştüğünde kaldırman, birbirine güvenmen, yani bir tür yoldaşlık gerekiyor.

‘Kırsal Düşü’ kitabınızda yer alan ve Fotoistanbul’da sergilenen seri nasıl başladı?

Kitaptaki fotoğraflar 17 yıllık bir süreçte çekilen kareler arasından seçildi. Annem ve babam 1999 depreminden sonra, Adapazarı’nın merkezinden, babamın köyü olan Dereköy’e köye taşındı. Sakarya Nehri’nin kenarında, tepelerin arasında, kiraz ağaçlarıyla dolu, içinden dere akan, çok güzel bir köy. Ancak 2011’de yapımına başlanan HES (hidroelektrik santrali) projesiyle araziler istimlak edilince bu değişmeye başladı. Annem ve babam buna üzüldüler. Aslında bu tür şeyler çok yakınında, hatta kendi içinde yaşanınca pek fotoğraflayamıyorsun, ona bir proje olarak bakamıyorsun. HES’ler Türkiye’de yaşayan herkesin sancısı. Hepimiz bununla ilgili bir şeyler söylemek istiyoruz ama hemen önünde yaşanırken onu bir projeye dönüştürmek kolay değil. Yine de, o süreçte fotoğraflar çektim. Köye her gittiğimde yeni bir şeyle karşılaşıyordum. “Önümüzdeki ay su toplanmaya başlayacakmış” diyorlardı mesela, “Ağaçları ne zaman keseceğiz Sadettin, bak su gelecekmiş” diyordu annem. Sonraki ziyaretimde ağaçların kesilmiş olduğunu görüyordum. Böyle olunca, oraları artık başka türlü fotoğraflamaya başlıyorsun...

Yani değişim bir şekilde yansıyor fotoğraflarınıza...

Evet. HES’ten sonra nehir artık akan bir nehir değildi. Bahçelerdeki ağaçlar kesildi. Sadece birkaç elma ağacı kaldı geriye. Onlar da çiçek açtı suyun içinde. Köylü direnmezken tabiatın direnişini göstermek istedim, onları çektim. Köyün öbür ucuna da yüksek hızlı tren için istimlak geldi. 50 hanelik köydeki 150 dönüm kadar tarım arazisi istimlak edildi. Kendi tarlasında çalışan insanlar artık başka köylerin yevmiyeli işçileri oldu, kimi de şehre taşındı. Asma köprünün yerine beton köprü yaptılar. Köyün iki ucundaki iki dağı oydular. Büyük bir inşaat şantiyesine dönüştü Dereköy. Güzelim bağ bahçenin olduğu yer, şu anda bir beton yığını. Her yerde tel örgüler, “girmek yasaktır” uyarıları... Suyun üzeri yemyeşil yosun. Evimizin önünde küçük bir bahçe kaldı sadece. Artık köyde yaşamanın büyük zorlukları var. Annemle babamın yaşı 70’in üzerinde, şehre dönmeyi düşünüyorlar.

Bunu bir proje haline getirmeye ne zaman karar verdiniz?

Trenle Kars’a gidecektim. Annemle babama köyün içinden geçeceğimi söyledim, “Tren geçerken sana el sallayalım” dediler. “Tren hızlı geçer, beni göremezsiniz” desem de “Olsun, biz yine de el sallarız” dediler. Tren köye yaklaşırken, ben sürekli olarak, başka köyleri kendi köyümüz sanıyordum, sonra da orası olmadığını anlıyordum. Diğer taraftan, annem ve babam geçen bütün vagonlara içinde ben varmışım gibi el sallıyormuş. O sırada bütün köylerin benim köyüm olduğunu anladım, oralardaki tüm köylüler benim annemle babam; aynı acıyı yaşıyorlar. Kendi özelimi anlatırsam, işin objektif bir bakış açısına sahip olamayıp ajitasyona dönüşeceğinden korkuyordum. Ancak o tren yolculuğunda, bunun sadece annem ve babamın ya da bizim köyün hikâyesi olmadığını anladım. Bu projeyi yapmak zorunda olduğum hissiyatı bu şekilde doğdu.

Seçtiğiniz fotoğraflar gibi kitap için kaleme aldığınız metinlerde de, bu hikâyeye öznel ve duygusal yaklaşımınızı kaybetmediğiniz anlaşılıyor...

Portföy çalışmalarında önce hikâyenin yazılması gerektiğini düşünüyorum. Kafanda bir şey vardır, fotoğrafların da vardır ama önce hikâyeyi bilmen lazım. Benim için çok zordu onu yazmak. Uzun zaman sonra bir gece oturdum, yazdım, ve çıktı. Daha sonra da hiçbir şeyi değiştirmedim. Ağlamaklı bir yazı olmasın ama benim duygusallığımı ve hikâyeye yakınlığımı da anlatsın istedim. Ben sadece annem ve babam için değil, tabiat için üzülüyorum. Bunu samimiyetle anlattığımda, bir sürü insanın hissedip anlayabileceğini düşünmemin rahatlığıyla, içimden geldiği gibi yazdım.

Sonuçta sergide ve kitapta nasıl bir anlatı çıktı ortaya?

Kitapta farklı bölümler var. Öncelikle, kaybedilenin ne olduğunun bilinmesi gerekiyor. O yüzden kitabın büyük bir bölümü köyün HES ve istimlak öncesine, yani köyün güzel zamanlarına dair fotoğraflardan oluşuyor. Köyün insanlarının yaşamı, bayramlaşmaları, bahçeleri, mutlu zamanları... Bunu görmeden neyi kaybetmediğimizi bilemeyiz. Şimdi ise büyük bir üzüntü yaşanıyor. HES ve hızlı tren inşaatları sonrası gelen kötü zamanlar... Bu üzüntüyü paylaşmak ve bir daha olmasın diye direnmek gerek. Dereköy direnmedi, ama bundan sonra direnmek lazım.

Sergide de kitaptaki gibi bölümler var. Eski yetimhane binasının sergiye ayrılan bölümünün duvarları hikâyenin akışına göre düzenlendi. Dolayısıyla sergi de kitaptakine benzer bir etki yaratıyor. Burada fotoğrafları gören insanların, seriyle ilgili yazılanları okumadan Dereköy’deki değişimi fark etmeleri güzel benim için. 

Seçkin Yılmaz kimdir?

Seçkin Yılmaz 1966’da Adapazarı’nda doğdu. İTÜ Endüstri Mühendisliği Böümü’nden mezun oldu. Adana’da mühendis olarak çalışırken bir yandan da fotoğrafla ilgilendi. 2006-2012 arasında Anadolu Ajansı’nda yurt muhabiri olarak çalıştı. Halen turizm haberleri yapıyor. Kültürel izler, yabancılaşma ve insan hakları konularına odaklanan, sosyal-belgesel fotoğraf projeleri üretiyor. ‘Işık Suya Dokunduğunda’ (2006), ‘Karşı Kıyı Abhazya’ (2014) ve ‘Büyük Çerkes Sürgünü’ (2014) başlıklı kişisel sergilerini açtı. ‘Bossert: Karatepe’nin İzinde’ (2006) başlıklı belgesel filmin kamera arkası fotoğraflarını çekti ve sergiledi. Katıldığı karma sergiler arasında, 2004’te Vakıflı Köyü’nde yapılan ‘Barışa Çağrı’ da bulunuyor.




Yazar Hakkında