Mum ışığında sefalet

BÜŞRA BAKAN 

Alışmak insanın doğasında var; alışmak, katlanmak ve devam etmek... Peki insan nereye kadar söylemeyi sürdürebilir yaşamak denen şarkıyı? Ne zaman ‘bir tel kopar âhenk ebediyyen kesilir’?

“Ah! Sefalet de insanı öyle hemen öldürmüyordu,” diye geçiyor zavallı Gervaise’in aklından artık hayatından iyice yorulduğunda. Zola bu düşünceyi aynı bir dantel gibi ince ince işleyerek bizim de aklımıza düşürüyor. Meyhane boyunca rahat edemiyorsunuz, gerçekten de sefalet ne kadar yavaş ve uzun sürebiliyor! Romanın bu iç karartıcı atmosferi sizi daha da kışkırtıyor; doğru, okurken yoruluyorsunuz ama diğer yandan yüreğinizi kaplayan bu yorgunluk sizi daha da okumaya kamçılıyor. Emile Zola’nın “En dürüst kitabım” dediği ‘Meyhane’yle yapmak istediği belki de bu; okumanız ve rahatsız olmanız… Bu noktada İletişim Yayınları’nın romanı Cemal Süreya’nın çevirisiyle sunduğunu da belirtmek gerek; Zola’nın betimlemelerindeki acı, sefalet ve rahatsız edicilik Süreya’nın çevirisinde de yerli yerinde…

‘Halkın kokusunu taşıyan’ bir roman

Romanımız ‘Meyhane’, Gervaise’in bekleyişi ile açılıyor; bir kadının elinden bir şey gelmeyişle geceler boyu kocasını beklediği bir bekleyiş tablosu ile... Sonra Gervaise’in elinden bir şeyler gelebileceğinin farkına varıp, bu bekleyiş tablosunu yırtıp attığına ya da atmak zorunda bırakıldığına şahit oluyoruz ve onun bazen hızlıca akıp giden bazen de sancısı günleri dakikalara çeviren hayatının akışına dahil oluyoruz. Görüyoruz ki roman, çizdiği çeşitli portreler ile birçok şeyi gözler önüne sermenin derdinde; kadının, ailenin, işçinin ve tabii ki Paris’in portresi... Zola’nın kitabın önsözünde dediği gibi, ‘Meyhane’, ‘halkın kokusunu taşıyan’ bir roman; halkı ve yaşantısını hiçbir detayını atlamayarak, ince bir betimleme ve olay örgüsü işçiliğiyle okuruna sunan, sızı yaşatan natüralist bir eser. Kötü olan en kötü, iyi olan en iyi haliyle satırlarda yerini alıyor, fakat tahmin edebileceğiniz gibi, roman boyunca ‘iyi’ ile çok da karşılaşamıyoruz. Karşılaştığımız iyi şeyler de öyle yerlerde oluyor ki, hem okura hem romanın karakterlerine iyiliğin ve umudun en saf halini veriyor. Fakat çok geçmeden anlıyoruz, Gervaise’in ve ailesinin başına gelen iyi şeyler hep kötü bitmeye mahkum; hatta her seferinde daha da kötüleşerek bitmeye… Bu umudun yitirilişi, bana kalırsa tam da anlatıya gücünü veren şey, çünkü Zola bize Paris’in kenar mahallelerindeki yaşantının en kötü halini tüm canlılığıyla veriyor; bir ‘ahlâk dersi’ edasıyla...

Küçük bir mahallenin ‘küçük’ insanlarının hayatları ne denli karmaşa içerisinde olabilirse romanın başından sonuna dek Gervaise ve etrafındakilerin yaşamları da o kadar karmaşa içerisinde şekilleniyor. Paris’in ‘açık bir ağzı andıran’  sokaklarıyla yuttuğu soluk yüzlü işçileri ve onları evde bekleyen, ‘erkeğinin ipini gevşek tutan’, bütün Paris’in dedikodusuna yetebilecek güçteki eşleri, yaşadıkları sefaletin ve yoksulluğun içerisinde karınlarını tok, keyiflerini iyi tutabilmek için çeşitli yollar deniyorlar; kötü günlerini aslında kimsenin samimi olmadığı gece eğlentileri düzenleyerek atlatmaya çalışıyorlar. Zola da bizi Gervaise ve ailesi özelinde bu yollarda yürütüyor; onların yanlarına alkolü, eğlenceyi ve vurdumduymazlığı aldıkları bu gece eğlentilerinde, bu uğurda git gide neleri kaybettiklerine şahit ediyor; kendilerine saygılarını, ideallerini, ailelerini bir arada tutan bağları ve en sonunda ailelerini... İdealleri ve ailesinin mutluluğu için didinen, gerek sefaletin gerekse kadın olmanın getirdiği zorluklarla savaşan Gervaise’i ve ailesini sayfalar ilerledikçe yitiriyoruz, öyle ki onlar bile kendilerini tanıyamıyorlar; böyle bir çabaya yeltenmiyorlar bile. Her şey yitirildiğinde dert edilen tek şey açlık oluyor; insan olmak, tok olmak ile tanımlanıyor adeta. Yazar şu iki cümle ile bunu katileştiriyor: “İnsan her şeye alışır, doğru, ama hiçbir şey yememe alışkanlığını kimse kazanamamıştır. Gervaise’in de yalnız buna canı sıkılıyordu işte.” Roman boyunca idealler, dürüstlük ve azim duygusu yerini sonu gelmez zevklere, ucuz ilişkilere, vurdumduymazlığa bırakıyor, ama bu kimsenin canını sıkmıyor, kimsenin derdi haline gelmiyor. Belki de  Emile Zola’nın ‘Meyhane’ ile yapmak istediği bu; bu durumun dert haline gelmesi.

Yazar, kitabının sonlarına doğru Gervaise’in evindeki mum için “içerinin utanç verici sefaletini aydınlatmaktaydı,” ifadesini kullanıyor. ‘Meyhane’ de aynı bu mum gibi içerisinin -anlatısının ve karakterlerinin- sefaletini aydınlatıyor. Bu, elbette romanın Paris’in bir kenar mahallesinde geçmesinden dolayı şehrin içindeki sefaletle de ilişkilendirilebilir. Fakat isterseniz gelin biz bu seferlik bu sefaleti şehirden ziyade insan tabiatına bağlayalım; bağlayalım ki bu sefalet biz okurların da derdi haline gelsin ve içimize bakmamızı sağlasın.

Meyhane
Emile Zola
Çeviri: Cemal Süreya
İletişim Yayınları
531 sayfa.