‘Poetika’yı (yeniden) çevirmek üzerine

MURAT CANKARA 

Kalemi sayfada ilerliyordu, savlar sarmaşıp çürütülmezleşiyordu, gelgelelim ufak bir kaygı Averroes’in neşesini karartıyordu. Bu kaygının nedeni, anıt-yapıtına, Aristoteles yorumuna ilişkin dilbilimsel bir sorundu. Felsefenin pınarbaşı denilecek o Yunanlı, insanlara bilinebilecek her şeyi öğretmek üzere bağışlanmıştı; Averroes’in zorlu çabası da onu, ulemanın Kur’an’ı yorumlayışı gibi yorumlamaktı. Bu Arap fizikçinin, kendisinden on dört yüzyıl arayla yaşamış bir adamın düşüncelerine böylesine adanışından daha güzel, daha dokunaklı olaylara tarihte pek az rastlanır. İşin özünden gelen güçlüklere bir de Süryanice ve Yunanca bilmeyen Averroes’in bir çevirinin çevirisiyle uğraştığını katmamız gerek. Bir gece önce, ‘Koşuk Yöntemi’nin daha başlarında, iki belirsiz söz karşısında duralamıştı. Bu sözcükler ‘tragedya’ ve ‘komedya’ idi. Yıllar önce bunlara ‘Söz Sanatı’nın üçüncü kitabında rastlamıştı; İslam dünyasında bunların ne anlama gelebileceklerini tek kişi bile kestirememişti. Bu iki karanlık sözcük, ‘Koşuk Yöntemi’ metninde dalbudak salmışlardı; onlardan kaçmak olanaksızdı.”

Borges’in muhayyilesindeki İbn Rüşd

Tomris Uyar’ın Borges’ten ‘Averroes’in Arayışı’ başlığıyla yaptığı (üzerine kitap yazılabilecek kadar semptomatik ve sorunlu) çeviriden (İletişim Yayınları) ufak tefek kısaltmalarla yaptığım bu alıntıdaki Averroes, Aristeoteles’in yapıtları üzerine yazdığı şerhlerle meşhur Endülüslü İbn Rüşd; ‘Söz Sanatı’, bugün ‘Retorik’ adıyla bildiğimiz metin; ‘Koşuk Sanatı’ ise bu yazının da konusu olan ‘Şiir Sanatı Üzerine’ (metnin ilk sözcükleri olan ‘peri poietikes’) ya da yaygın adıyla ‘Poetika’. Borges’in muhayyilesindeki İbn Rüşd, ‘Poetika’da karşılaştığı ‘tragedya’ ve ‘komedya’ kavramlarını ‘İslam’ın kapalı küresinde’ anlamakta zorlanıyor, zira kafasında tiyatro kavramı yok. Üstelik bu iki kavramın ne anlama geldiğini ve Arapçaya nasıl çevrilebileceklerini düşünürken, penceresinin önünde “yarı çıplak çocuklar oynuyorlardı. Biri, ötekinin omuzlarına çıkmış, besbelli müezzine öykünüyordu, gözleri sımsıkı yumulu, ‘Tanrı’dan başka yoktur tapacak,’ diye haykırıyordu. Onu hiç kımıldamadan sırtında taşıyan çocuksa, minareydi; bir başka çocuk, toprakta secdeye varmış cemaati canlandırıyordu. Oyun uzun sürmedi, herkes müezzin olmak istiyor, kimse cemaat ya da minare olmaya yanaşmıyordu.” Yani burnunun dibindeki ‘tiyatro’yu görmüyor İbn Rüşd. “Ahanda Borges de oryantalistmiş!” diyerek direksiyonu Kavacık’tan kıracaklara, ‘spoiler’ vermek pahasına kötü haber: Borges hikâyenin sonunda, İbn Rüşd’ün ‘Poetika’yı anlama çabasının, ‘birkaç bölük pörçük alıntıdan başka kaynağı olmaksızın’ onu ‘tasarlamaya’ çalışan kendisinin girişiminden daha gülünç olmadığını idrak edip susuyor.

Şükür ki bugün İbn Rüşd’den daha iyi bir durumdayız. İster siyasette ister gündelik yaşamda, nerede ‘tiyatro oynandığını’ hemen çakozluyoruz. Komedi ve trajedi dendi mi sular seller gibi laflarımız var; trajikomiği kilometrelerce uzaktan teşhis edebiliyor, trajiği –zaten bütün hayatımızı kapladığı için– kullanmıyoruz bile. Bu pembe tabloya rağmen, hiç sorunumuz yok dersem yalan olur. Mesela, İbn Rüşd’ün dokuz yüzyıl önce anlamaya çalıştığı bu kitabın Türkçe çevirisini, modern ve muhtemelen türünün son örneklerinden olan, çalışanların ya aşırı yoğunluk ya da (b)ilgisizlik nedeniyle size yardımcı olamadığı bir kitapçıda nasıl bulacaksınız? Şiir bölümünde mi, felsefede mi, tiyatroda mı, edebiyat eleştirisi/kuramında mı? Üstelik kitabın mevcut 8 Türkçe çevirisi bu bölümlere dağılmış da olabilir. Fakat eğer bugünlerde ‘Yeni Gelenler’e bakarsanız, Ari Çokona ve Ömer Aygün tarafından Eski Yunanca aslından çevrilmiş bir ‘Poetika’ daha göreceksiniz. İşbu yazıyı bu çeviri vesileyle yazıyorum.

‘Poetika’yı ‘tanıtma’ iddiasında olacak kadar şarlatan değilim; elbette hepimiz onu okuduk ve okuyoruz. Aristoteles’in, düşüncelerini büyük ölçüde ‘mimesis’ (metin boyunca birkaç farklı anlamda kullanılan bu kavramın Türkçedeki en yaygın karşılıkları ‘taklit’, ‘temsil’ ve ‘öykünme’) kavramı etrafında ördüğünü, sanat tür ve biçimlerini buna göre sınıflandırdığını, ağırlıklı olarak tragedya türü üzerinde durduğunu, (tartışmalı ve Umberto Eco sayesinde polisiye bir konu olsa da) komedya üzerine ayrı bir ‘metninin’ olduğunu, şiiri tarihe (ilki ‘olabilecek şeyleri’ anlattığı ve bu nedenle daha felsefî olduğu, ikincisiyse ‘olmuş şeyleri’ anlattığı için) üstün tuttuğunu herkes biliyor. Diğer bir deyişle, izlediklerini, dinlediklerini, okuduklarını derlemiş, toplamış, sınıflandırmış ve sanat üzerine teorik düşüncenin ilk örneklerinden birini üretmiş. Üstelik, soran olursa, hâlâ faydalı bir eser bu. Söz temsil; yerli ve millî dizilerimizi sezonlarca sündüren düşmanlıkların niçin çoğunlukla akrabalar ya da eski dostlar arasında olduğunu; esas kızımızın kankası, amcası sandığı kişinin aslında babası olduğunu kapının arkasından duyduğu konuşma sayesinde öğrendiğinde bunun niçin Namık Kemal’in ‘İntibah’ındaki esas kızımızın, kötü kadın tarafından hamamda görülen benleri üzerinden iftiraya uğramasından daha ileri bir teknik olmadığını anlayabilmek için birebir. Aristoteles’in bilhassa dramatik yapı (birbirine neden-sonuç ilişkisiyle sıkı sıkıya bağlanmış, kahramanın bahtındaki dönüş ve tanımalarla süslenmiş baş-orta-son) üzerine görüşlerinin etkisi hem Doğu’da hem Batı’da (ilkinde modernleşmeciler geleneği küçümsemeye başladıktan sonra, ikincisinde hızını Brecht azıcık kesene kadar) muazzam ve dayanıklı olmuş. Söz temsil, iki bin küsur yıl sonra Namık Kemal’in, geleneksel hikâyeleri ‘meydana gelmesi imkân dahilinde olmayan olaylar’ı anlattıkları için reddetmesinde karşılığını bulmuş.

Yeni çeviriden nerelere gidebiliriz?

Peki biz ‘Poetika’nın bu yeni çevirisi vesilesiyle bugün nerelere gidebiliriz? 1) Unutma eğiliminde olduğumuz bir durum: ‘Poetika’ aslında bir kitap değil (fragmanlar halindeki ders notlarından oluşan bir metin) ve bu nedenle de ciddi boşluklar ve belirsizlikler içeriyor. Üstelik bu “eğitim malzemesi” bize baş döndürücü dolayımlardan geçerek geliyor. Bugün okuduğumuz ve neredeyse Rönesans’a kadar ortalarda görünmeyen ‘Poetika’nın yeniden keşfini, İbn Rüşd’e ait Arapça bir versiyonun Latince çevirisine borçluyuz. İbn Rüşd’ün metni zaten bir çeviriden okuduğu ve bu yazıda değinilen çevirilerin çoğunun İngilizce, Fransızca, Almanca kaynaklardan (da yararlanılarak) yapıldığı düşünülürse, Aristoteles’le aramıza ne çok kişinin girdiği daha iyi görülüyor. Çokona ve Aygün’ün metninde ‘özgür kadınlar’ olarak geçen ifadenin, Aygün’ün de belirttiği üzere, farklı çevirilerde ‘evli kadınlar’, ‘soylu kadınlar’, ‘hafifmeşrep kadınlar”, ‘bayağı kadınlar’ olarak karşılandığını söyleyeyim de gerisini varın siz hesaplayın. 2) Bu da bizi şuna getiriyor: Çeviri, hele de klasiklerin ve antik metinlerinki, sözcüklerin çevrilmesiyle olmuyor. Türkçede neredeyse bir deste ‘Poetika’ çevirisi var; bazıları da Yunanca aslından. Ancak metin(ler)de ‘mimesis’ hâlâ ‘taklit’ kavramıyla ve hiç sorunsallaştırılmadan karşılanıyor. Üstelik İsmail Tunalı’nın 1961’de yaptığı çeviriden beri, tek tük girişimler dışında, bu yönde bir çaba da görmüyoruz. Editörlerimiz hassasiyetlerini daha ziyade, Sofokles yazmaları gereken ismi (Yunancadaki ‘φ’ harfinin ses karşılığı İngilizcede ‘ph’, Türkçede ise ‘f’) Sophokles, hatta Sophocles şeklinde yazmakta gösteriyorlar. (Sofokles yazmak Cumhuriyet’in uzaklaştıkça yakınlaşan ‘meş’um’ yıllarına ait bir alaturkalık sayılıyor olmalı.) Bu arada maşallah, bütün şairlerimizin birer poetikası var. 3) Hasan Âli Yücel tarafından 1940’larda başlatılan çeviri hareketini, ‘Türk hümanizması’ tartışmalarını ve bunun ideolojik boyutlarını bir kenara koyalım. Kitapların baskı adetleri nüfusa oranlandığında insanda rakamları sansürleme isteği uyandıran memleketimizde yayıncılığın lokomotifliğini iki büyük bankanın üstlenmiş olmasındaki (bundan şikayet ediyorsam elime bir daha kitap almak kısmet olmasın) ironiyi de bir kenara koyalım. Ve fakat, ‘Hasan Âli Yücel Klasikleri’ adı altında klasikler yayımlanıyorsa; yeniden basımlar, yeni çeviriler, çevirisi olan metinlerin özel baskıları konusunda daha özenli olunması gerekmez mi? Örneğin Antik Yunan tragedyalarının tümü Ari Çokona tarafından Yunanca asıllarından yeniden tercüme ediliyor ve basılıyorsa, ‘Kral Oidipus’un Bedrettin Tuncel çevirisi neden, hem de bir açıklama ihtiyacı duyulmaksızın okura sunuluyor? Ya da piyasada halihazırda çevirileri bulunan bir klasik metin (bunların niteliğini tartışmıyorum) özel bir seriden yayımlandığında (sepsert kapaklısı bile var) on beş sayfalık bir ‘Açıklamalar’ bölümünden (dört yazım hatası, kaynakçada yer almayan bir referans, nerede yayımlanacağı ya da yayımlandığı belirtilmemiş bir kaynak, ‘mimesis’ karşılığı olarak ‘taklit’in kullanılması üzerine tek cümlelik bir açıklama) daha fazlasını beklemek hakkımız değil mi? Son okuması için 10 (on) kişiye teşekkür edilen bir metinde sadece Türkçe okuyabilen birisinin de fark etmesi gereken çeviri hatasının bulunmasında bir tuhaflık yok mu? Benimkisi, sakın yanlış anlaşılmasın, emeği –hele hele entelektüel ve Türkiye’de olanını– küçümsemek değil. Sadece üzülüyorum.

Poetika
Aristoteles
Çeviri: Ari Çokona, Ömer Aygün
İş Bankası Kültür Yayınları
132 sayfa.