İsmi şimdilerde bir anı, gümüşün direnişçi diyarı: Pastırmacı Han

Han demek, kaybedilen bir şeylerin kaydı demek. Dizi boyunca herhalde en çok bunu öğrenmiş bulunduk. Ama hancılar ve yolcular ısrarcı olduğu için hanlardaki yaşam, ‘dışarı’nın bütün tüketici keşmekeşine karşın inadına sürüyor. Bu seferki durağımız olan Pastırmacı Han, isminin belirttiği meslek grubunu çoktan kaybetmiş, ama gümüş ve kuyumdaki tarihine gururla sahip çıkan bir tarihi yapı. Tarihi yapıların pek çoğu gibi bakımsızlıktan nasibini fazlasıyla almış olsa da, müdavimleri için hâlâ biricik.

Çocukluğu Kalıcılar, Yaldızlı ve Pastırmacı Han arasında mekik dokuyarak geçen Stepan Altuntepe yine gönüllü mihmandarımız. Ekip de malûmunuz; en tatlı muhabbetlerin oluşmasına vesile olan Pakrat Ağparik, fotoğraflarıyla hanlara ve emekçilerine can katan Berge Arabian, bir yandan Berge’i çalışırken fotoğraflamaktan büyük keyif alan diğer yandan da han sakinlerinin aile hikâyelerinin, memleketlerinin, fotoğraf ve belgelerinin peşine düşen Zakar Ağparig ve kayıt tutucu ben.  İlk çayımız hanın da en eskisi olan çay ocağının Cafer Abi’sinden. Tam 60 senedir buralarda. Hanın üst katının gösterip “Burada eskiden aileler otururdu” diyor. Girişte Zadik Toker’in dükkânında bir dönem dericilik yapılırken, dedeleri de Kayseri’de pastırmacılık yapmış. Hanın isminde yadigâr kalan mesleği bugünlerde hanın içinde ya da berisinde bulmak imkânsız.

Ramatçıların hikâyesi

Giriş katında ziyaret ettiğimiz Hagop Benli, duvarda asılı siyah- beyaz fotoğrafı gösteriyor. Hanlarda her duvar eski ustaların resimleriyle dolu. Burası tarihin inkâr edilmediği tek mekân olabilir ülkede. “Dayım Aram Haşimyan… Onun zamanından beri ramatçıyız. Milletin pisliklerini toplarız” diyor gülümseyerek.

Ramatçılık çok ayrı bir ağ. Sonradan biraz araştırdığımda İsmail Saymaz’ın 2002 tarihli bir haberinde şu bilgilere rastlıyorum: “Kapalıçarşı'da dükkân sahibi bir esnaf, altın çöpçülüğünün boyutlarını şöyle ortaya koyuyor:  "Çuhacı Han'ın süpürülmesi için verilen rakam, bir yıllık dönem için 3 kilo altındı. Yine, Ağaoğlu Han'ın foseptiği bir dönem 1 kilo 400 gram altına satıldı. Bu rakam aşağı yukarı 15 bin dolara denk geliyor. Bir sene önce Kapalıçarşı tadil edilirken, Mercan Kapısı'ndan ortadaki kulübeye kadarki bölüm açıldı, çıkarılan çöpü işçilere para vererek satın aldık. Tam tamına 63 gram altın çıktı. Ve oraya yalnızca yağmur suyu dökülüyordu, doğrusu bu kadar altın beklemiyorduk."  Altın imalathanelerinin bulunduğu Çuhacı Han, Ağa Han, İmam Ali Han, Pastırmacı Han ve Kızlarağası Han'daki çöp rekabeti bilimsel boyutlara taşındı. Bu hanlarda foseptiğe karışan altın oranının saptanması için, alınan numuneleri laboratuvar ortamında tahlil ediliyor ve sonuçlara bakılarak, foseptiğin tümüne fiyat biçiliyor.

68 Mıkhitaryan mezunu Hagop Benli, o gün bugün dayısının yanında mesleğin incelikleriyle pişmiş. “Dayımın zamanında altın gümüş ayrışım da vardı. Çok kırmızı dumanlı, kezzaplı iştir, yasaklandı o yüzden” diye anlatıyor. Eskinin her şeyi kıymetli gözünde. Dükkânın kapısını gösteriyor. “Eski zaman demiri bak. Boyamasan bile paslanmaz. Şimdi öyle mi?...”

Küçük dükkân bir anda diğer ustalarla dolup taşıyor. Herkes bir şeyleri anlatmaya muhtaç. Dövücü Rober İngilizyan örneğin işlerin nerelerde tıkandığını paylaşıyor bizimle: “Meyvelik, vazo, şamdan, çay takımları döverdik. Çarşıdan bize sipariş veren müşteri dükkânlar vardı. Melda Gümüş’ten Nuritza İlbakyan yurt dışından model bulur getirirdi bize. Suren ve Daniyel Antikacıyan’ın mağazası için de imalat yapardık. Dükkân kiraları yüksek diye bıraktılar yıllar içinde.”

Hagop Benli’nin dayısı Aram Haşimyan’ın portresi, hergün gelen geçene bakıyor.

Lakaplı ustalar tarihi

1978’den beri hanın üst katında çalışan İngilizyan, Stepan Kazancıyan’ın yanında yetişmiş. Söz eski ustalara geldiğinde herkes yine bir ağızdan isimleri saymaya başlıyor: “Sıvamacı Kör Sami, ocakçı Horen Usta, presçi Berç Usta, sıvama ve silindirin ustaları Horen Cangüler, Cıngarcı Garbis (Gılbakyan), Japon Garbis (Karamanyan), presçi Yanık Agop (Bohçalıyan)el yapımı çanta yapan Sıtkı Dinçer ardı çantacımız…” Yine lakaplar ve meslekler öne çıkıyor belleklerde. Soyadının hükmü yok bir başına, maharetinden ve duruşundan biliniyorsun daha ziyade.

Girişteki bir diğer ilginç köşe de Aret Alatçıyan’ın atölyesi. “Burası babam Berç Alatçıyan’dan kalma. Amcam Vartan Alatçıyan’la birlikte ayakkabılara bir dönem demir ökçe yaparlardı” diye anlatmaya başlıyor, her biri müzede sergilenesi tezgâhları gösterirken. “Şu tezgâh da dedemden kalma. Bileme işi yapılırdı. Marangozlar ve Gedikpaşa’daki kunduracılar için özel sanayi bıçakları bilenirdi. Tabii şimdi bunların hiçbiri kalmadı. Burada duvarlar bile kerpiç, hanın en el değmemiş dükkânındasınız.” Şimdilerde pres ve baskı işi yapıyormuş. “Müşteriler kalıp getirir. Altın, gümüş, yarı mamül kalıplarımız var, onları çalışıyoruz” diyor. Pek çokları gibi o da bereketsizlikten şikâyetçi. “Eskiden ustalar iki hafta bir broş üzerinde çalışır, üç ay da onun parasını yerlerdi. Şimdi ne o ustalar kaldı ne de o el işleri.”

Avluda bir han klasiği olarak sebilin yanında kediler tünemiş. İçlerinden bir tanesi ağzını tam çeşmenin musluğuna göre ayarlamış, damlayan suyu içiyor usulca. Hanın eski dokusunu ele veren tek bir minik kat var, eski tuğla taşından. Şimdilerde betonlaşmış kısımların arasında sığıntı gibi duruyor ev sahipliğinde.

Bir kataloğun sayfalarında

Sırada Silver Gümüş var. Buranın ustası da 1963’ten beri handa bulunan Mihran Balık. “Mangal için şişlerin ucu bile silindirde çekilirdi. Hanın ortasında iplikçiler iplik boyardı. Horom bir yazmacı vardı, iplik boyardı, o da sattı dükkânını. Hanın üst katında da Romanlar otururdu” diye başlıyor o da söze. Ustası Kirkor Bakırcıoğlu işler azalınca Almanya’ya gitmiş. “Bu dükkân ve hanın diğer bazı yerlerin eniştem Stepan Parilusyan’ın dedesinden kalma. Hepsinin altında sarnıç ya da kuyu var. Padişah at, köşk seçip vermiş. İlk gümüşü onlar yapmış. Ama zamanla malların büyük kısmı aileden çıkmış” diyor ajur ustası Mihran Balık. Ardından dükkânın dolabından kocaman bir albüm çıkarıyor. 1895 tarihli, cildi kırılmış Halep’ten gelme bir gümüş kataloğu bu. Zamanında buna bakarak turalı kadehler yapılırmış. Gümüşün bir meslek değil tarihin ta kendisi olduğunu, kuşaktan kuşağa aktığını anlatıyor bu yıpranmış kataloğun her bir sayfası ve ona sahip çıkan Mihran Balık. “Eniştemin dedesi bu katalogla çalışırdı” diyor Mihran Usta, bir yandan kasa kasa gümüş şamdan atölyeden çıkarken.

25 yıl babasının yanında bu handa duran Stepan Altuntepe anılar eşliğinde gezdiriyor bizi. Üst katlarda hanın yapısı giderek labirentimsi bir hal alıyor. Tarihi hana eklemlenen diğer hancıklar, dar merdivenleri ve minicik odalarıyla loş bir dünya aralıyor önümüzde. Karabacak Han’ın içerisinde kunduracılar varmış. “Bir de Hoca Annemiz vardı. Barakada kalırdı. Esnaf bakardı ona nöbetleşe. Ben de Üçüncü sigarası alırdım ona” diye gülümseyerek hatırlıyor Stepan Usta. Ortalık çekiç sesinden geçilmiyor, zira gümüşçü ve bakırcı ustalar kap ve gondol dövmekle meşgul. Yanına uğradığımız, hanın altım senelik müdavimi Zaralı Greg Tosun’la birlikte Stepan Usta da çekicin büyüsüne kapılıp başlıyor dövmeye. Elindeki işi bırakmadan da çıkmıyor o minicik odadan.

Eski güzel günlerde…

Üst katın bir diğer emektar atölyesi de Dikran Kahvecioğlu ve ortağı Arman Bıyıklı’nın yeri. Sıvamacı ustaları 60’tan beri bu handa. “Cıngarcı Garbis’in yanında yetiştik Kumkapı’dan” diyor Kahvecioğlu. “Çok havalıydı bizim ustamız. Mustang arabasıyla gelir, başından babasının şapkasını çıkarmazdı.” Dükkân önleri geride bırakılan memleketlerin, Sivas’ın ve Arapgir’in hikâyeleriyle doluyor hemen. Herkes kapı önünde sohbete aç. Hatırlamaya iz bırakmış bir şeyleri.

Avlu palamutlu sofralara tanıklık etmiş yıllarca. Katlar arası sepette karpuz, soğan sallandırırlarmış. Mihran Balık o günleri yâd ederken,  “Çıraklığımız, dükkâncılığımız her şey gitti. Esnaflığımız gitti elimizden. Göç davasına mesleğimizden olduk” diye yakınıyor. “Eskilerin tepsici ustalarından Sivaslı Haçik Şirin, hanın meydanında babamla tavla oynardı” diye tamamlıyor sözü Stepan Altuntepe.

Yan taraftaki cila atölyesinde hummalı bir çalışma var. Usta, büyük fırçayı tezgâha taktığı gibi ortalığı bir toz bulutu kaplıyor. Fırçadaki bez kendini tükete tükete cilalıyor gümüş şamdanları, kaşıkları. Sonra ortaya saçılan parçalardan ramatçılar gümüş ayıklamaya girişiyor. Şamdancı Arşavir Sazak, çok işi düşen bu atölyeyi anlatıyor hevesle: “Önce kaba cilayla çizgileri alınır. Sonra banyoda parlama, kaplama yapılır. En son da sıra daha küçük fırçalarla ince cilaya gelir.”

Mihran Balık (solda). Hagop Benli’nin (en sağda), atölyesi ziyaretimiz üzerine bir anda ustalarla doldu (sağda)

Gümüş elden ele

Yaldızlı Hanla birlikte Pastırmacı Han’da da gümüşün geçtiği bütün aşamaları görmek mümkün.  Tasarımın son halini alabilmesi için gereken kakma; elle döverek yapılan desen işleme, ajur; (aletlerle keserek yapılan işleme), kalıp çıkarma, döküm, silindirden çekerek levha çıkarma, cilalama, kalemkârlığın her biri ayrı bir durak.  Telkari, savat, mine gibi işlemler de her ürünü diğerinden ayıran özel işleme teknikleri olarak dikkat çekiyor.

Birbirine geçmiş hancıklardan çekiç ve örs sesleri yükselirken son olarak kakmacı Sımpat Çakaroğlu’nun yanına uğruyoruz. Duvarda ustasının resmi, yanında kardeşi Garbis Çakaroğlu’yla birlikte çalışıyor hevesle. Bir kenarda çekiçleri asılı. “Her usta örsünü, kalemini, kendi yapar set halinde” diyor. Bir köşede de zeytinyağı şişeleri duruyor. Zifti yumuşatmak için kullanılırmış. Bilgi dağarcığımıza bir ayrıntı daha ekliyoruz.

Hanlarda hayat en çok inat demek bugünlerde. Durgun işlere, göçüp gidenlere, yerine gelmeyenlere inat elden geleni sürdürmek. Geleneğin ve tarihin anısına. Başka türlüsünü bilememekten. Yolcular giderken, hancılar kalıyor. Şükür ki kalıyor. İstanbul yüzyıllar sonra da alış veriş merkezlerinden değil, hoyratlığa ve unutuluşa direnen hanlardan ve sebatkâr hancılardan bilinecek. 

Sultan II. Beyazit Su Yolu Haritası’nda hafiyelik 

Kapalıçarşı'nın Mercan Kapısı’ndan çıktıktan sonra 50 metre ileride sağ tarafta bulunan, içinde kuyumcu ve gümüşçü atölyelerini barındıran Pastırmacı Han, İstanbul Suyolu Haritası’nda da geçiyor. Örücüler Camii’nin doğu kapısının açıldığı sokak günümüzde Tığcılar Sokağı olarak bilinmekteyse de 19. yüzyıl başlarındaki bu haritada sokağın adı yazılmamış, sokaktaki dükkânlar ise “kahve ve pastırmacı dükkânları” olarak gösterilmiş, sokağın doğu kenarında iki han ve dükkân sırası yukarı doğru devamında Yaldız Han belirtilmiş. Bu haritada vakfiyede yazılan han yeri ise belirtilmemiş.

1821 yılında hazırlanan İstanbul’daki Hanların Listesi’nde yer alan Pastırmacı Han için en çok hafiyelik yaparak ulaşılabiliyor tarihi bilgi kırıntılarına. (Kaynak: Zakarya Mildanoğlu) 




Yazar Hakkında

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA