İstemesek de şeffafız!

Etyen Mahçupyan Zaman Gazetesinde bugün (29 Aralık Perşembe) yayınlanan köşesinde yazıyor; 'Türkiye'nin niçin 'soykırım' kelimesinden bu denli rahatsız olduğunu anlamak hiç de zor değil.'

 

Böyle bir tarihsel yükle hesaplaşmak, o olayın yaşandığı dönemi belirleyen ideolojik çerçeve ile mesafe almayı, onu mahkûm etmeyi gerektiriyor. Almanya'da Nazi dönemi bir bütün olarak mahkûm edilmemiş olsaydı, Yahudilere yapılanların da böylesine açık yüreklilikle kabulü mümkün olmazdı. Ancak Türkiye henüz İttihatçılıkla bağını koparmış değil. Dolayısıyla tarihe serinkanlı bakmak psikolojik dirençle karşılaşıyor ve 'Türk' kimliğini taşıyanların doğal refleksi yaşananları anlamak değil, yaşananların 'soykırım' olmadığını kanıtlamak için delil toplamak şeklinde oluyor.

Bu açıdan bakıldığında 'Türk' kimliği üzerinden tarihe bakanlarla, Ermeni diasporasının siyasallaşmış kanadı arasında neredeyse bire bir paralellik var. Her ikisinin de derdi milliyetçi bir tarihsel anlatının siyasal arenada egemen olması. Her ikisi de yaşanmışlığı bu biçimlendirilmiş tarihsel anlatıların içine sokmaya çalışıyor ve bu uğurda gerçekliğin bir bölümünü görmemeyi tercih edebiliyorlar. Ancak zihniyetin benzerliği yanında, entelektüel düzlemin benzemezliğinin de altını çizmekte yarar var. Ermeni diasporası tezlerini Batı dünyasının bilimsel seviyesine uygun olarak ifade etmek zorunda kaldığı ölçüde, zaman içinde burnunu sürttü. Yanlı veya yüzeysel çalışmaların ters teptiğini fark etti. Bu nedenle aslında bugün diaspora içindeki siyasî yelpaze dışarıdan göründüğünden çok daha geniş ve zengin.

Her şeyden önce Ermeni diasporasının Ermenistan devletinden etkilendiğini söylemek mümkün değil. Diğer bir deyişle monolitik bir resmî söyleme tabi olmak zorunda kalmayan, kendisini kendi içinde özgürce farklılaştırabilen bir cemaatler dünyası bu... Her ülkedeki diaspora diğerinden farklılaşabildiği gibi, tek bir ülkede de hem siyasî görüş, hem de Türkiye'ye bakış olarak açıkça ifadelendirilebilen tutumlar var. Bizler bu ayrışmaları ve nüansları görmüyoruz, çünkü Türkiye'nin medya destekli resmî politikası diasporanın en keskin yanını gösterme stratejisini sürdürüyor. Böylece siyasî çatışma, geçmişi merak etme ve anlama isteğini yok ediyor ve Türkiye de kendi resmî tezini kendi vatandaşlarına 'satmayı' sürdürüyor.

Fransız parlamentosunun aldığı son karar sonrasında bazı eski Dışişleri mensupları tarafından ortaya atılan 'çözüm' önerilerinden biri, aslında hâlâ ne denli arkaik bir siyaset anlayışımız olduğunun da ifadesiydi. Önerilen yöntem Fransa'daki Türk diasporasının birlik beraberlik içerisinde hareketlendirilmesi ve ağırlığını koymasıydı. Yani Türkiye'nin devlet ricali henüz spontan ve sivil bir yurttaşlık fikrini hazmetmekten epeyce uzakta. Dışarıdaki 'Türklerin' nihayette Avrupalı olduklarını ve bir bölümünü devletçi mobilizasyonla bir araya getirmenin diğer Türklerce nasıl karşılanacağını bile takdir edebilmekten uzak.

Aslında şu an çıkan yasanın gerekçelerinden birinin, Türkiye devletinin bugüne kadar sürdürdüğü diaspora stratejisi olduğunu bile göremiyorlar... Nitekim çıkan yasanın Fransız siyasetinin bir araçsallaştırması olduğu ne denli doğruysa, bu yasanın içeriğinin genel Fransız kamuoyunda onay gördüğü de o denli doğru. Çünkü Fransa'daki milliyetçi Türkler, soykırım anıtlarını tahrip etmek, Ermeni diasporasının web sitelerine saldırı düzenlemek, broşür dağıtan Ermeni gençlerini dövmek türünden 'milli duyarlılığı' yüksek eylemler yapabiliyorlar ve bunlar Fransız kamuoyu için tek kelimeyle bir düzeysizliği ve daha da derinde inkârı ifade ediyor. Dolayısıyla da 'inkâr' şu anda zaten var olan bir durum ve Avrupalı gözüyle bakıldığında yaşanmış bir acının inkârı da bir nefret suçu...

Türkiye ne yazık ki kendi devlet siyasetinin ve söylem tutarsızlığının başkaları tarafından da gözlenebildiğini idrak etmekte zorlanıyor. Yurtdışındaki vatandaşların 'soydaşlaştırılarak' Türkiye devletinin 'akıncıları' misali kullanılmak istenmesi, o vatandaşlara olan saygıyı yok ettiği gibi, Türkiye'yi de ikinci sınıf bir ülke konumuna sokuyor. Türkiye gücünü gösterdiğini sandığı her fırsatta, aslında güçsüzlüğünü sergiliyor... O kadar ki, ahlakî tutumlarda gösterilen apaçık çelişkilerin bile farkına varılmıyor. Türkiye'nin soykırım sözcüğünden rahatsız olmasını, bu sözcüğü 'ağır' bulmasını anlayabiliriz... Ama aynı Türkiye'nin bu sözcüğü dünyanın başka yerlerindeki olaylara ilişkin olarak bu denli rahatlıkla kullanmasını nasıl açıklayabiliriz? Eğer başkalarının hassasiyetine saygımız yoksa, başkalarını hangi hakla kendi hassasiyetimize saygılı olmaya davet edebiliriz?

Bütün bunları yan yana getirdiğimizde meselenin sadece tarih olmadığını, bugünün Türkiye'sinin de sorunlu bir strateji çizdiğini ve bunun bugünün dünyasında doğal olarak tepkiyle karşılandığını görmekte yarar var. Türkiye geçmişi merak eden değil, geçmişi kategorik inkâr siyasetine hapseden bir ülke olarak gözüküyor.

Fransa'daki yasaya olan tepkilerin üslup, içerik ve düzeyi maalesef bu kanıyı daha da pekiştirdi...

 

 

Kategoriler

Genel