OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Sisifos’a gıpta ediyoruz


Türkiye’nin siyasi ve toplumsal bir kriz içinde olduğu artık bir sır değil (gerçi ne zaman ‘normal’ bir dönemi oldu ki). Çatışmalar gün geçtikçe derinleşiyor, deprem terminolojisiyle söyleyecek olursak toplumsal fay hatları enerji biriktiriyor. Şiddet normalleşti, sıradanlaştı ve bir ‘çözüm yolu’ olarak neredeyse meşrulaştı. İşin acı tarafı şu ki, buradan çıkış için umut bağlanacak bir nokta bulmak zor, çünkü temel siyasi kültürde, kuşaklar boyunca oluşmuş derin sorunlar var ve bunlar bugünden yarına giderilecek gibi değil. Zaten kimsenin de dinlemeye, anlamaya niyeti yok. Ölmek en büyük ve en kutsal amaç veya durum haline geldi. Her tarafımız şehitlik oldu.

Burada, demokrasi, hukuk ve insan hakları tarihinin içinden süzülüp gelen en temel doğruları tekrar anlatmak, insanları buna ikna etmek gerekiyor. Vasati bir demokratik hukuk düzeninde tartışılması bile zül olan konu ve fikirler, burada, Amerika yeniden keşfediliyor gibi oturulup ciddi ciddi konuşulmak zorunda. Düşünsenize, devletin neden intikam almayacağını, devletle intikam lafının demokrasi açısından oksimoron oluşturduğunu, iş intikama kaldıysa devlete ihtiyaç kalmadığını, herkesin gücü mertebesinde intikam alacağını ve bunun aslında devlet denen kurumu ortadan kaldırdığını anlatmamız gereken bir İçişleri Bakanımız var. Bu durum, sorunun büyüklüğü konusunda bir fikir veriyor sanırım. Tabii, en temel doğruları tekrar tekrar anlatmak zorunda olmak insanın kolunu kanadını kırıyor; geniş bir bedbinlik, umutsuzluk ve yorgunluk hissi veriyor. Bu durumla kıyaslayınca, kayasının çıkardığı yerden her defasında tekrar aşağı yuvarlandığını gören Sisifos, dünyanın en bahtiyar insanı olabilir. Sizin durumunuzda kaya yerinden kımıldamıyor bile. Hatta, tam tersi istikamete yuvarlanıp sizi ezmesi işten bile değil.   

Yukarıda zikrettiğim, toplumun kılcal damarlarına nüfuz etmiş siyasi kültürü, bizzat şahit olduğum bir enstantane üzerinden örneklememe izin verin. Bundan iki buçuk-üç sene kadar önceydi. Elmadağ’dan Taksim’e doğru yürüyordum (artık o yoldan pek yürümüyorum). Elmadağ’daki ışıkları geçtikten sonraki köşede Surp Agop Apartmanı vardır. Aynı adlı vakfa ait, o zamanlar yapılmış diğer apartmanlar gibi görkemli denebilecek bir yapıdır. Tam onun önüne geldiğimde, orta yaşlı, görüntü itibariyle orta sınıf intibaı veren iki erkeğin konuşmalarına tesadüfen kulak misafiri oldum. Kelimesi kelimesine olmasa da aralarında şu konuşma geçti: Biri ötekine, “Bu apartmanı çok beğeniyorum, çok güzel bir apartman” dedi. Öteki, “Evet, öyle ama buraların el değiştirmesi için yeni bir savaş lazım” diye karşılık verdi. Beriki, “Tabii canım” diyerek hemfikir oldu ve yürüyüp gittiler. Bense böyle bir diyaloğa şahit olmanın şaşkınlığıyla, kim bunlar acaba diye dönüp konuşanlara baktım. Hem hiç kimseydiler, hem herkes... Kendim şahit olmasam, böyle bir konuşmanın bu kadar aleni, bu kadar soğukkanlı, sıradan bir konuşmaymış gibi yapıldığına belki inanmazdım.

Şimdi, bu nasıl bir kolektif hafızadır, bu nasıl bir kültürdür ki böyle bir ‘bilgi’yi üretmiş ve bugüne kadar taşıyagelmiştir? Demek ki, toplum içinde belli şeyleri yapmak için ‘savaş koşulları’nın oluşmasını bekleyenler var. Gerçi, bu bir sürpriz mi? Hayır, kesinlikle değil. Bu öteden beri devletin tepesinden aşağı doğru gelen bir zihniyet ve mesaj. Devlet ne yapmışsa, neyin mesajını vermişse kitle de onu yapıyor. Hasan Pulur’un bir yazısını hatırlıyorum, örneğin. Varlık Vergisi’ni “dönemin savaş koşulları gereği” diyerek savunuyor, meşrulaştırıyordu. Yani, bu zihniyet sadece sokakta gezmiyor, devlet yönetiyor, gazetede köşe yazıyor. Asıl korkuncu, okulda öğrenci yetiştiriyor. İlkokul çocuklarının ellerine ilmek verip, fotoğraf çeken, üstüne de “İntikam istiyoruz” diyen, (hayır hasta ruhlu falan değil, bir ‘kültür ürünü’ olan) öğretmeni gördünüz herhalde değil mi? Toplumun büyük bir kısmının, bu fotoğraftaki yanlışı görememek bir yana, bu işi tasvip edeceğini düşünüyorum. Halbuki bu, düpedüz çocuk tacizidir, çocuk dimağlara tecavüzdür. Taciz, tecavüz yalnızca genital organlarla ilgili bir durum değildir.

Türkiye’nin toplumsal sorunu şu şekilde açıklamak da mümkün kanımca: Esasta anlaşamamak belli ölçüde sürdürülebilirdir. Herkes, birbirine ikna ve razı olmasa da kendi esasına, yani ilkelerine göre yaşayabilir. Fakat, usulde anlaşamamak yıkıcıdır, çünkü usul, grupların birbirine temas ettiği ânı ve alanı düzenler. Orada anlaşamamak çatışma demektir. İşte, Türkiye kitlesi için de asıl sorun usulde anlaşamıyor oluşu.