VİCKEN CHETERİAN

Vicken Cheterian

Suriye kutuplaşıyor ve kutuplaştırıyor

Aralık 2016’da Suriye ordusu müttefikleriyle beraber isyancıların kontrolündeki Halep’in doğu mahallelerine doğru hızla ilerlerken, ikiye bölünmüş şehirden iki manzara çıktı: Halep’in batısındaki sokaklarda Suriye bayraklarıyla zaferi kutlayan ve “Esad Suriye’si” sloganları atan siviller ve askerler görülüyordu. Şehrin sakinlerinin çoğunun kameralara da söylediği gibi, onlara göre şehirleri nihayet “kurtarılmıştı”.

Halep’in doğusundan gelen görüntülerse son derece farklıydı: Yardım için yalvaran sosyal medya aktivistleri, kendilerinin ve ailelerinin başına geleceklerden duydukları korkuyu ifade ediyorlardı. Tutuklanıp ortadan kaybolan gençler hakkında haberleri dolaşıma soktular ve birçoğunun yargısız infaza kurban gittiğinden korktuklarını belirttiler. Aylarca süren yoğun bombardıman ve sokak çatışmaları yüzünden tamamen yıkılmış mahallelerden kaçmaya çalışan aileleri gösteren videolar da vardı. “Beyaz Miğferler” olarak bilinen sivil savunma birlikleri, hava saldırıları yüzünden yıkılan evlerinin enkazı altında kalan çocukları kurtarmakla aylarca uğraştı; bu çabaları takip eden de oldu görmezden gelen de. ‘Yeşil otobüsler’, Halep’in güneyindeki birkaç kilometrelik alanda sıkışıp kalan savaşçıları ve sivilleri alıp isyancıların kontrolü altındaki bölgelere taşıdı. Onlara göre bu gerçek bir felaketti: Nakliyenin ardından yenilgi geldi. Birçok kişi bir daha şehirlerine dönüp dönemeyeceklerini merak ediyordu. 

Öte yandan, savaşın bitişini kutlayan insanların görüntüleri de vardı. Başka görüntülerse viraneliği, yıkımı ve kıyameti resmediyordu. İki manzara da aynı şehre aitti. İkisi birden doğru olabilir miydi?

Bu manzaralardan herhangi birini salt propaganda olarak görmezden gelmek indirgemeci bir yaklaşım olur, zira her ikisi de Suriye’deki çatışmayı anlamak açısından elzem. Halep’in batısının sakinleri rejimin zaferinden gerçekten mutlular, çünkü böylece isyancıların onların olduğu kısmı da ele geçirmesi tehdidi ortadan kalktı. Hükümet kontrolündeki batı Halep kısa süren kuşatmalar yaşadı ve batı Halep nüfusunun durumunun ne kadar hassas olduğu ortaya çıktı. Şans diğer tarafın yüzüne gülseydi, yerlerinden edilebilirlerdi ve evleri yağmalanabilirdi. 

Batı Halep sakinlerinin yaşadığı bu kurtulma hissini anlamak mümkünse eğer, şehrin doğusunun sakinlerinin yaşadığı korkunç acıları dikkate almamak nasıl mümkün olabilir? Yerleşim yerlerinin maruz kaldığı ağır bombardımanları, hastanelerin ve sağlık kuruluşlarının sürekli yıkılışını ve insani yardım konvoylarının kuşatma altındaki bölgelere girişinin engellenmesini nasıl görmezden gelebiliriz? İnsanların çektiği acılar, basit bir detay, herkesin iyiliği için yapılan bir fedakarlık mı? Eğer öyleyse, bu kıyımın hizmet ettiği o iyilik tam olarak nedir?

Suriye üzerine bir tartışma yürütmek zor; 2011’den beri birbirini dışlayan ve hırsları alevlendiren iki anlatı ortaya çıktı. Bir tarafta Suriye rejiminin resmi söylemi var: Suriye’de yaşananlar, ABD, İsrail, Türkiye ve İslamcı radikallerin olduğu Körfez monarşilerinin desteklediği geniş bir ittifakın oyunları yüzünden oldu. Suriye’nin resmi anlatısı, birçok önemli unsuru dışarıda bırakıyor: Suriye, 1970’ten beri aynı hanedanın yönettiği bir cumhuriyet, tarihi geçmiş bir rejim; çatışma esasen halkın siyasi değişim talebiyle başladı ve hareket ilk birkaç ayı boyunca büyük ölçüde sekülerdi ve şiddet içermiyordu. Bu anlatı ayrıca, Suriye devletinin ayaklanmayı destekleyen Suriye nüfusuna uyguladığı ağır şiddeti de içermiyor. Bu anlatıda sadece iki taraf var: Suriye rejimi ve teröristler.

Şam’ın yaydığı terörle mücadele ve dış güçlerin oyunu anlatısına yöneltilebilecek daha pek çok eleştiri var elbette. Ve 2011’den beri Şam’dan yayılan resmi propaganda değişmedi. Gelgelelim, bu mesaj gücünü basitliğinden alıyor ve Suriye’nin resmi hikayesini eleştirenlerin çoğu bu gücü azımsadı. Bu anlatının gücü ayrıca intihalden de kaynaklanıyor; Suriye kendini, 11 Eylül saldırılarından bu yana uluslarası söyleme hakim olan küresel “terörle savaşa” dahil etti. Bugün herkese teröre karşı bir veya daha fazla savaş yürütüyor: ABD cihatçılara, Avrupa El-Kaide ve IŞID’e, Rusya Çeçen isyancılara, Türkiye Kürt gerillalara karşı vs. 

Suriyeli yetkililere isyan edenlerin yaydığı mesajsa çelişkili, karmaşık ve kafa karıştırıcı. Baas yanlılarına karşı olanlar bölünmüş olduğu ve herhangi bir anlamda bir grup oluşturamadığı için, Şam’ın yaydığı söylemi karşılayabilecek bütünlüklü bir söylemleri yok. Kullanılan mesaj, barışçıl ve hükümet karşıtı gösterilerle ortaya çıkan, özgürlük ve rejim değişimi çağrısında bulunan ilk söylemle aynı. Büyük ölçüde kentli ve seküler olan bu hareket, rejimin baskısı karşısında uluslararası destek alabileceğini umdu, fakat umduğunu bulamadı. 

Rejimin baskısı, seküler-liberal söyleme sahip olanları da İslamcı şiddeti yok ettiği gibi yok etti. Aralık 2013’te ünlü avukat ve insan hakları savunucusu Razan Zaitouneh’in üç arkadaşıyla birlikte sığındıkları isyancı kontrolündeki Doğu Guta’dan kaçırılması bir dönüm noktasıydı. Bugün seküler ve hatta İslamcı aktivistlerin büyük bir kısmı hem rejimin hem de çeşitli silahlı grupların şiddetinden korkarak Suriye’nin dışında sürgünde yaşıyor.

Suriyeli muhalifleri destekleyenlerin çoğu, içlerinde büyüyen bu cihatçı unsura karşı müphem bir tutum benimsediler: Ya önemini veya büyüklüğü azımsadılar ya da IŞID’in Suriye rejiminin ürünü ve müttefiki olduğu fikrini tekrarlayıp durdular. Muhalif grupların El-Kaide’nin Suriye kolu konusundaki müphemliğiyse bugün hâlâ sürüyor; hem de El-Nusra’nın bugüne kadar 13 eski Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) oluşumunu ortadan kaldırmış olmasına ve bu grupları hedef almaya devam etmesine rağmen. Benzer şekilde, iş silahlı grupların sivilleri hedef almaktan insan kaçırmalara ve dehşet verici kafa kesmelere kadar işledikleri suçlara gelince de isyanı destekleyenler af diliyorlardı.

Bu kutuplaşmış fikirler, genel yorgunluk ve aldırışsızlık arasında, savaş 6. yılına girmişken, hâlâ Suriye üzerine bir tartışma yürütmek mümkün mü?

Suriye’deki tutumların kutuplaşması orada yaşanan çatışmanın önemi üzerinden bir yere kadar açıklanabilir; orada yaşanan, sadece Ortadoğu’nun geleceğini değil, aynı zamanda küresel güç dengelerini de şekillendiren, günümüzün en önemli mücadelesi. Ve bu mücadelede temel insan haklarını savunmmak sonra derece önemli; bu, bizi çatışma mekaniklerini anlamaktan alıkoyacak idealist bir konum değil. BM’ye göre savaş yüzünden 400 bin kişi öldü, 4,8 milyon kişi mülteci konumunda ve 7 milyon kişi ülke içinde yerinden edildi. Bu muazzam şiddet, Suriye toplumunun büyük bir kısmının rejime karşı ayaklandığı bir zamanda bile Beşar El-Esad yönetimini sürdürme kararının sonucu. 

Bu toplu sivil kıyımları tesadüfi değil; zaten planlanan buydu. Sonuç olarak, hızlıca üç noktaya değinmek istiyorum:

Birincisi, hem rejim (Daraya ve şimdi doğu Halep’te olduğu gibi) hem de isyancı gruplar (Fua ve Kefriye’de) insanları zorla yerinden etmek gibi yeni bir eğilim içinde. 

İkincisi, sivillere uygulanan şiddet, yabancı savaşçıların mobilize edilmesi ve tehcirler mezhepçi gerginlikleri tırmandırdı ki bu, ardından gelecek uzun soluklu şiddetli çatışma döngüsünün alametlerinden biri. 

Ve son olarak, Ortadoğu’daki çatışmaların dindirilebileceği varsayımı boşa çıktı; “Avrupa kalesi” fikri hüsranla sonuçlandı. Ortadoğu’da müsamaha gösterdiğimiz şiddet artık dışarı taşıyor ve taşmaya da devam ederek uluslararası siyasi kültürü zehirliyor.

Mezhepçi ayrımların derinleşmesine, nüfusun yerinden edilmesine ve yeni haritalar çizmeye yönelik düşünülebilecek tüm çözümler başarısız olacak. Bu şiddet döngüsüne, ancak hukukun üstünlüğüne ve adalete dayalı yeni bir yönetim biçimi mümkün olduğu zaman bir çözüm bulunabilir; yeni gettoların ve etnik, dini veya mezhepsel farklara dayalı daha fazla ayrımın yaratılması hiçbir şeye çözüm olmaz.