Bir beden iki kafa

MAHİR ÖZKAN

Daha önce ‘İki Dilde Kederlenmek’ (Öteki, 1998) ve Cigerxun şiir ödüllü ‘Eskikent Kırgınlıkları’ (Şiirden, 2007) adlı şiir kitaplarıyla tanıdığımız Ahmet Çakmak, ilk romanıyla okurlarının karşısına çıkıyor. Roman ‘Çiftkafa’nın Kitabı’ adını ve ‘Suriçi’nin Yüzyıllık Hikâyesi’ alt başlığını taşıyor. Bu ilk romanında da Ahmet Çakmak şiirlerinde olduğu gibi Diyarbakır’ın, Amed’in ve Dikranagerd’in dilinden konuşuyor. Kenti hem isimlerine doğru parçalıyor, hem her bir parçasının sesini bir çığlık gibi kentin dar sokaklarından gökyüzüne yükselterek yeni bir düzeyde bütün parçaları birleştirmek istiyor.  

Yazarın roman boyunca yapmaya çalıştığı şey kahramanı için seçtiği ismin sıradan bir isim olmadığını hissettiriyor. En azından benim metinle kurduğum ilişki bu isimle içeriği arasında bağlantı olduğunu söylüyor bana. Bu ‘Çiftkafa’lılık çeşitli biçimlerde ve düzeylerde Suriçi ahalisinin belki hepsinde karşımıza çıkıyor. Dostluk ve düşmanlık, savaş ve barış, sevgi ve nefret, fail ve mağdur, resmi söylem ve gerçek, katliam ve mezalim, inkar ve yüzleşme aynı kafanın içinde dönüp durdu hep.  Roman bütün Çiftkafa durumlarının bu sonuncuda ortadan kalkabileceğini hissettiriyor. İlk satırlarından itibaren yüzleşmeye başlıyor.

‘Ruhu acımasın diye güvercinlerin…’

Sunuşunda “ruhu acımasın diye güvercinlerin…” diyen hikâye, Rozin Baco’nun bir uğursuz sabaha uyanışıyla başlıyor. Roman soykırımı bir yanıyla şok edici ve beklenmeyen bir durum gibi anlatırken, bir yandan onun geçmişte yaşanan olaylarla bağlantılarını kuruyor. Öte yandan geleceğin olayları ile ilişkilendiriyor: “Sabah yemeği oldular onlara; onlar da akşam yemeği olacak birilerine. Zalimin yardımcısı, zalimin zulmüne illa ki uğrar.” Bugünün yaşantılarının o günü görme biçimini nasıl etkilediğine çarpıcı bir örnek oluşturuyor bu cümle. 

Yüzyılımızın inkâr ve yalanlarla büyütülmüş yarası ile yüzleşmeye çalışıyor roman. Üstelik bu yüzleşmeyi yüzeysel bir şekilde de yapmıyor. Kürt toplumu içerisinde ortaya çıkmış birbirinden farklı konumları, tutumları ortaya koyuyor, yer yer bu konumları birbiriyle tartıştırıyor hissi uyandırıyor. Şehrin girişindeki bir kitabeden aktardığı, “Doğru yolu bulmak için kaybolmak gerekir” sözü bu yüzleşme arayışının çarpıcı bir ifadesi oluyor. Şehrin girişindeki bir kitabe üzerinden bunu söylemesi ise romanın bir yandan şehri özneleştirilme çabası içinde olmasına bağlamak gerekiyor.

Kürtler ve Soykırım

Kürtler soykırım suçunun neresindedir? Yardımcı mı oldular? Özne miydiler? Kullanıldılar mı? Bile isteye ittifak mı kurdular? Kürtlerin soykırıma katılımının sebeplerine işaret eden cümleler mazeret bulma çabasından çok anlama çabası gibi görünüyor: “Şu köylüler, kaputları giyince, nasıl da hemencecik düşman oldular komşularına? Bugünleri mi bekliyorlardı yoksa bu hapishane kuşlarını, sırf onlara kötülük yapsınlar diye mi salmışlardı dışarıya? Yoksa insan nasıl bu kadar gaddar olur? Yüce Rablerinin adı gibi eminlerdi ki, ganimet sözü de verilmişti.” ‘Anlaşılabilir ve kullanışlı’ nedenlerin varlığını zulmün acımasızlaştığı ve acımasızlaştığı ölçüde de sıradanlaştığı durumları anlatmak için yeterli görmez elbette: “…evlatlarının, torunlarının yüzlerine bakabilecekler miydi?... Ruhlarının paramparça aynasında, gözbebeklerine sinenler kaybolabilecek miydi?”

Onu ortaya çıkaran koşulları anlama çabası, yapılan katliamların korkunçluğunu ve bu korkunç suçlarlarla yüzleşilmesi ihtiyacını örtmenin aracı yapılmıyor. Başpiskopos Tomas’ın gördüğü işkencelerin anlatımında bunu açıkça görürüz: “…suçunu itiraf etmediğinden gözlerine mil çekilmedi mi, tırnakları sökülmedi mi….onunla sohbet için yarışanlar; bırakın “Allah için yapmayın” demeyi, gözlerini kaçırmadılar mı ondan? Sanki başka dünyadan gelen bir mahlukmuş gibi bakmadılar mı Tomas Efendi’ye? Yetmedi; Tomas Efendi merhamet dilemediğinden, en çok da onun öfkesiyle, Allah’ın evinde, Ulu Camii’nin avlusunda, herkesin gözü önünde üzerine benzin döküp yakmadılar mı?”

‘Ermenilerin masumiyeti’

Soykırım öncesi dönem anlatıları çoğunlukla “Ermeniler de rahat durmamış ama” ile “Ermeniler hiçbir şey yapmadılar” arasına sıkışır. Yazar sorunlu bulduğum bu iki yaklaşıma da mesafe koyuyor. Soykırım öncesi dönemi Ermenilerin hak ve özgürlükler mücadelesi ve bu mücadelenin zor yöntemleriyle bastırılması hatta katliamlarla karşılanması süreci olarak anlatıyor. Böylelikle aslında soykırım öncesi Ermenilerin çabalarını ‘soykırımı meşrulaştıran’ olaylar olarak gören anlayışı kökten mahkum ediyor. Bu söyleme karşı ‘Ermenilerin masumiyeti’ söylemi yerine haklar ve özgürlükler için mücadelenin meşruluğunu ortaya koyuyor: “Kendilerini kabul ettirmezlerse kardeşlik kalmayacaktı aralarında. Kardeşliği vicdan değil, güç belirlerdi…..Birilerinin adaleti ve merhametiyle kardeşlik olmazdı. Ermeni cemaati olarak onlar da artık var olduklarını göstermelilerdi.” Yazar bu yönüyle de yüzyıl öncesini bugüne bağlıyor.

Şiirleri ile bir ‘kent yazarı’ olduğunu ortaya koymuş olan Ahmet Çakmak, romanında da bu ‘ünvanı’ hak ettiğini gösteriyor. Kent ve özellikle Suriçi romanda başkarakterlerden biri olarak boy gösteriyor. Kahramanların yaşadıklarına kentin yaşadıkları eşlik ediyor. Kentin yüz yıllık dönüşümü, gelenleri, gidenleri, kalanları, mimarisi ve doğası ile bütün devinimini olayların akışına paralel olarak izleyebiliyorsunuz.

Çiftkafa’nın kimliği

Ahmet Çakmak her ne kadar geleneksel anlatının olanaklarından yararlanıyor olsa da kentli ve modern bir dil yakalıyor. Kurgusu, metnin sonlarına kadar Çiftkafa’nın hikâyesinin romanın başında anlattığı hikâyeye nereden bağlanacağını merak etmemizi sağlıyor. Çiftkafa’nın kimliği ve başta anlatılan soykırım hikâyesi ile birleşen hikâyesi, yüzleşme meselesinin emekleme döneminde olduğumuz duygusu veriyor. Hatta belki bu hikayenin emekleme döneminden sonra gelen ilk adımlara işaret ettiğini söylemek de abartı olmayacaktır. Sonuç olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Evet çok yolumuz var ama yürüyoruz işte.

Çiftkafa’nın Kitabı
Ahmet Çakmak
Alakarga Yayınları
157 sayfa.