Hatırlama ve unutmanın sosyal inşası

FATMA ÖZKAYA

Hatırlamamaya yazgılı, daha doğrusu hatırlamamanın bir konsensüs haline geldiği toplumlarda hafıza, bazı şeyleri unutmayı temsil ederken, başka şeyleri de hatırlamayı temsil edebilir. Bu haliyle geçmişin hiç geçmeyen ıstıraplarına Marc Nichanian’ın da belirttiği gibi geleceğin geçmişine, yani bugüne bir ışık olarak doğarken, aynı zamanda onu kimsesizler mezarlığına da çevirebilir. 

Hafızanın kendisi

Hafıza ve hatırlama üzerine Maurice Halbwachs’ın Heretik Yayınları tarafından Türkçe’ye ‘Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri’ adıyla kazandırılan kitabını okurken zihnimin derinlerinde bu düşüncelerle boğuşup durdum. Bir şeyleri hatırlamanın ve anmanın işlevini bu kadar çabuk yitirdiği bir toplumda azınlık hafızalarının savaşını verirken -esasında hafızanın kendisi meselemizin belkemiğini oluşturur- karşımızdaki hatırlamayan kalabalığın da bu durumun bir tarafını oluşturduğunun idrakine varmak kuşkusuz pek kolay değil. Çünkü hafızası bastırılanın, susturulanın, acıyı haykıranın kurbanla özdeşleştiği bir yerde, hatırlayana ve anlatana kulak vermek de bir vicdan meselesi haline gelir. Oysa hatırlamaya karşılık oluşan, sessiz kalabalığın unutuşu ve nedenleri felsefi açıdan olduğu kadar, gelecekte kurulacak olan barışma sahnesi adına toplumsal açıdan da oldukça değerlidir.

“Neden hatırlarız? Neyi hatırlarız? Bazı şeyler neden unutulur?” soruları gündelik yaşamımızda yer dahi işgal etmezken, bir tarafta yaşayan, dönüşen ve her geçen gün daha da yükselen hafızayı nereye konumlandırmak gerekir?

Halbwachs, “[…] hatırladığımızda, şu andan, her zaman bizim kapsamımızda bulunan genel fikirler sisteminden, toplumun benimsediği dil ve işaretlerden, yani toplumun bizim kullanımımıza soktuğu tüm dışavurum biçimlerinden yola çıkarız ve bunları, geçmişteki şekillerin ya da olayların ve genel olarak da, bir zamanlar sahip olduğumuz bilinç durumlarının bir ayrıntısını, bir nüansını yeniden bulacak şekilde düzenleriz.” der ve hatırladığımızı şeylerin bugünden kurulan, günün şartları, alışkanlıkları ve kabul edilebilirlikleriyle kurulan bir sistem olduğunu belirtir.

Peki, neleri hatırlamayız? Ya da basitçe ifade ettiğimiz ama mümkün olmayan şekliyle neleri unuturuz? Halbwachs burada da hafıza çerçevelerinden söz eder. Buna göre anıların konumlandığı, anılar tarafından inşa edilen bu çerçeveler değiştikçe ve birbirleriyle kesişimleri azaldıkça hafızadan yer eden bu anların hatırlanması zorlaşır.

“Bir anı, esasen birbirleriyle kesişen, kısmen birbirlerini kapsayan çok sayıda çerçevenin karşılaşma noktasında ortaya çıktığı ölçüde zengindir. Unutmanın kendisi, ya dikkatimiz çerçeveler üzerinde sabitlenemediği için ya da başka bir yere sabitlendiği için (dikkat dağıtma sıklıkla bir dikkat çabasının sonucudur ve unutmak neredeyse her zaman dikkat dağılmasından kaynaklanır) bu çerçevelerin ya da bir kısmının kaybolmasıyla açıklanır. Diğer taraftan, unutmak ya da anılarımızın bazılarının bozulması bu çerçevelerin bir dönemden diğerine değişmesiyle de açıklanır.”

Hatırlama ve unutmanın kolektif işlevinde toplumun ve onun bugünkü seçimlerinin hafıza üzerindeki etkisini de, “Toplum, koşullara ve zaman göre, geçmişi çeşitli biçimlerde gözünde canlandırır, uzlaşımlarını değiştirir. Bu uzlaşımlara genel olarak uyulduğu için, toplumun üyelerinin her biri, anılarının yönünü kolektif hafızanın evrildiği yöne doğru çevirir.” sözleriyle ifade eder. Buradan hareketle de toplumun bugünden benimsediği değerlerin ve yargıların kolektif hafızanın şekillenmesindeki önemine değinir.

Ulus devletler çağında, tartışmasız bu hafızayı yönlendiren en etkin güç, propaganda aracılığıyla toplumun gündelik yaşantısının derinlerine nüfuz etme kudretine sahip olan devlettir. Devlet, yaşamın akışı içerisinde neyin iyi ve kötü, doğru ve yanlış, kabul edilebilir ve edilemez olduğu hakkında, -hiç olmazsa- vatandaşlarının büyük bir kesimini ikna edebildiği ölçüde meşruiyetini devam ettirebilir. Bundan ötürü de tüm değerlerin moral açıdan belirlenmesinde başat güç olmak zorundadır. Aksi takdirde kendi varlığı ve ona duyulan ihtiyaç şüpheli hale gelir.

Winston Smith’in hikâyesi

Hafızasızlığın şiar haline geldiği bir yerde devletin yöneticilik vasfını yitirip, bir kanaat önderi haline gelişinin en önemli örneklerinden biri George Orwell’ın ‘1984’ romanında sunulur. Yönetimin kolaylıkla insanların başka ülkeler ve kimseler hakkında düşüncelerinin yönlendirebildiğine, geçmişe dair –hatta çoğu zaman kendi propagandasına ait- belgeleri/delilleri yok edebildiğine ve her seferinde bu amnezi halini hiç sorgulamadan kucaklayan koca bir kalabalığa tanıklık ederiz. Sadece tek bir kişi, o da devlet adına çalışan, kitabın ana karakteri Winston Smith bu tutarsızlıkları sorgular. Lakin onun için bunun bedeli de hiç kolay olmayacaktır.

Bize tanıdık olan bu durum, hafızanın ve hatırlamanın nasıl önemli ve bugüne dair şeyler olduğu fazlasıyla ortaya koymaktadır. Bu hikâyeye bir de bizzat Halbwachs’ın, uzun yıllar boyunca yok sayılması istenmiş olan ‘Şoah’ın kurbanı olması eklenince, kolektif hafıza üzerine alanda ilk olma özelliği taşıyan kitabın literatürümüze kazandırılması daha da önem kazanmaktadır. Bu nedenle, Büşra Uçar tarafından duru bir anlatımla Türkçeye aktarılan kitabın, hafıza üzerine çalışanlar ve ilgilenenler için önemli bir rehber olacağı aşikârdır.

Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri
Maurice Halbwachs
Çeviri: Büşra Uçar
Heretik Yayınları
366 sayfa.