OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Her şeye “evet” demeyin

İki hafta evvelki yazımda, içinde bulunduğumuz gibi kötülüğün yükselişe geçtiği zamanlarda, bizim gibi kalem erbaplarının yapabileceği bir şey olarak, geçmişte yaşanan kötülüklerin nasıl ve neden olup bittiğini hatırlatmak, böylece bunların günümüzde tekrar yaşanmasına karşı bir bilinç oluşturmak olduğunu söylemiştim. Bu çerçevede, Yahudi Soykırımı sırasında yaşanmış bir katliamı hatırlatmak istiyorum. Aşağıda okuyacağınız bilgiler ve yorumlar, Christopher R. Browning’in, ‘Ordinary Men: Reserve Police Battalion 101 and the Final Solution in Poland’ adlı kitabından özetlenerek alınmıştır.

Naziler, orduda görev yapamayacak, orta yaş Alman erkeklerinden bir polis kuvveti oluşturmuştu. Bunlardan, Yedek Polis Müfrezesi 101 isimli bir grubu Polonya’da ‘görev yapmaya’ göndermişlerdi. Polonya’ya ayak bastıktan üç hafta sonra, 13 Temmuz 1942’de, sabah erken saatlerde, nereye gittikleri söylenmeden yola çıkarıldılar. Jozefow adlı bir köye geldiler; köyde 1800 kadar Yahudi yaşıyordu. Orada, ‘Baba Trapp’ diye hitap ettikleri komutanları, sıkıntılı bir tavır ve üzgün bir ses tonuyla, aslında bu işin kendisinin de hiç hoşuna gitmediğini, hatta bunu elim bulduğunu, fakat üstlerden gelen emrin böyle olduğunu söyleyerek, görevlerini açıkladı: Köydeki Yahudileri toplayacaklar, çalışmaya uygun erkekleri ayıracaklar, geri kalanları, yani kadın, çocuk ve yaşlıları oracıkta vuracaklardı. ‘Baba Trapp’, bunu yaparken Almanya’da kadın ve çocukların üzerine düşen bombaları düşünürlerse işlerinin daha kolay olacağını söyledi. Eğer aralarında bu işi yapmak istemeyenler varsa, onlar işin başında kenara ayrılabilirlerdi. Aşağı yukarı 500 kişilik birlikten sadece birkaç kişi silahını vererek bu işi yapmayacağını söyledi; kalanlar, sağlam yapılı 300 erkeği ayırdılar, geri kalanları enselerine kurşun sıkarak infaz ettiler. Aralarından bazıları da, bir iki tur infazdan sonra ya affını istedi, ya da ‘kaytardı’. Kaytardıkları fark edilenler, silah arkadaşları tarafından hakarete uğradılar.

Barakalarına döndüklerinde depresif, öfkeli ve sarsılmışlardı. Az yediler, çok içtiler. İçki boldu, birçokları iyice sarhoş oldular. Baba Trapp, sorumluluğun üst makamlarda olduğunu bir kez daha hatırlatarak onları teskin etmeye çalıştı. Birçoğu, tekrar böyle bir iş yaparlarsa “çıldıracaklarını” söylediler ama çıldırmadılar. Tam tersine, ‘verimli’ ve duyarsız cellatlara dönüştüler. O kadar ki, mevcudu 500 kişiden az olan bu grup, bir tahmine göre 38 bin Yahudi’nin doğrudan katlinde, 45 bin Yahudi’nin de toplama kampına gönderilmesinde rol aldı.

Peki, %10-20 arası bir bölümü hariç, bu birliğin üyeleri katiller haline nasıl geldiler? İnsanların savaş zamanı vahşileşmesi, ırkçılık, görevlerin rutin hale gelmesi, kariyerizm, otoriteye itaat, ideolojik indoktrinasyon... Bunların hepsi etkili ama hiçbiri tek başına açıklayıcı değil. Yukarıda adı geçen polis gücündekilerin çoğu hiç savaş görmemiş, hiç çatışmaya girmemişti ama öldürmeye başladıktan sonra vahşileştiler, öldürmek onlar için gittikçe kolaylaştı. Üstelik, yaşlarına, geldikleri yerlere, sosyal özgeçmişlerine bakınca, böyle bir iş, yani kitlesel kıyım için hiç de uygun olmadıkları düşünülebilirdi; ‘sıradan’, ‘senin, benim gibi’ insanlardı. Bu işin özel olarak seçilmiş değillerdi, elde olan onlardı sadece.

Bu gibi durumlarda, insanlardaki otoriteye itaat eğilimi en önemli etkenlerden biri. Aile, okul, askerlik yoluyla sosyalizasyon, otoriteye itaat eğilimini güçlendiren ve bunun içselleştirilmesini sağlayan başlıca süreç. İnsanlar, bir süre sonra otoritenin bakış açısını ve durumu tanımlama biçimini benimsiyor. Browning, otoritenin gözünde olmazsa olmaz özellikler olan görev ve disiplinin, kurbanla özdeşleşmeyi engelleyen ahlaki zorunluluklar olarak ortaya çıktığını, ‘normal’ bireylerin başka birinin iradesinin aracı haline geldiğini söylüyor. Böyle bir ortamda kişiler, eylemlerinden dolayı şahsi sorumluluk hissetmiyor, umursadıkları sadece ‘performansları’ oluyor. Hele bir de otoritenin ideolojisini benimsemişlerse, itaat daha gönüllü oluyor. 

Otoriteye itaatin yanı sıra, içinde bulunulan durumun gereği olarak muadillerine, akranlarına uyum göstermek de önemli bir faktördür. Nitekim, Jozefow katliamına katılan polisler için, katliama katılmayı reddetmenin arkadaşlarının gözünde nasıl görüneceği endişesi vardır. “Böyle pis bir işte arkadaşlarını yalnız bırakamayacaklarını” söyleyenler olmuştur. İnfaza katılmayanlar, gruptan dışlanma, reddedilme riskini göze almış oluyorlardı ki etrafınızın zaten size düşman bir kitleyle çevrildiği bu gibi durumlarda bu hayli sıkıntılı bir risktir. Ayrıca, infaza katılmayanlar, arkadaşlarına şunu ima etmiş oluyorlardı: “Ben bu işi yapamayacak kadar iyi biriyim, siz değilsiniz.” İşin ilginç tarafı, infaza katılmayı reddedenler, kendilerini “fazla iyi” değil, karakter olarak “fazla zayıf” olarak tarif edip, böylece arkadaşlarının tepkisini dindirmeye çalışıyorlar. Gelin görün ki, böyle yaparak infaza katılacak kadar güçlü olmayı olumlu bir kişilik özelliği olarak tanımlayarak, infazların fikirsel altyapısına katkıda bulunuyorlar. Rejime ve otoriteye itiraz etmeyerek, infaza katılmamalarına rağmen rejimi güçlendirmiş oluyorlar. Görüldüğü gibi, mikro düzeye inildikçe katliamın ve katliamcının tartışılması daha sofistike bir hal alıyor. Kıssadan hisse: Otoriteyi sorgulayın, aykırı olmaktan korkmayın. Tabii, bunları söylemesi kolay, yapması zor ama yapabilmenin birinci şartı, kişiyi yukarıdaki noktalara sürükleyen toplumsal ilişki ve dinamiklerin bilincinde olmaktır. Başka bir deyişle, direniş bilincini geliştirebilmektir. Her şeye “evet” demeyin, kendinizi bir gün katliamcı olarak bulabilirsiniz.

                 

                

Kategoriler

Güncel