YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

‘Kuyu’dan çıkacak mıyız?

Günlerdir Beykoz’da 70 metrelik bir sondaj kuyusuna düşen ve bir türlü çıkarılamayan yavru köpeği kurtarma çalışmalarını izliyorduk. Her ne hikmetse üstü açık bırakılan daracık kuyuya düşen köpeğin aşağı sarkıtılan kameralarla çekilen hüzünlü gözleri kimin içini paralamadı ki? Bir yandan günlerce (11 gün) öylesi bir kuyuda yalnız başına kalmanın bir yavru köpekte nasıl bir çaresizliğe, korkuya yol açacağını düşünüp kahırlanırken, bir yandan da onu kurtarmak için yürütülen çabaları izliyor, “Bu sefer olsa bari” diye umutlanıyor, kendi aklımızca çareler üretiyorduk. Nihayet Çarşamba günü sabaha karşı yavru köpek kurtarıldı. Üzerimden bir yük kalktı desem, yanlış olmaz. Ve haberin duyulmasıyla birlikte tüm yurdu kaplayan bir sevinç dalgası.

Ne çok ihtiyacımız varmış bu iyi habere. Her şeyden önce: iyi bir habere. Ondan sonra, dayanışmaya, bir canı kurtarmak için seferber olmaya. Sebata. Çözümsüz gibi görünen bir operasyon için yeni teknik formüllerin geliştirilmesine. Lise öğrencilerinin bu iş için seferber olup yeni bir alet yapmasına. İnanca.

Yavru köpeğin kuyudan çekilip çıkartıldığı görüntüleri duygulanmadan izlemek mümkün müydü? Belki de kimilerimizin gözleri bile doldu. Hele o sevinç haykırışları. Gayet insani şeyler bunlar. Ama bir yandan da şu son iki yıldır yaşadığımız ateş çemberinde, linç atmosferinde, insanlığa dair hakiki bir şeylere mi ihtiyacımız vardı acaba?

Böyle benzetmeleri sevmem aslında. Ama belli ki bu sevincin, iyi bir şey bulup ona dört elle sarılma halinin, içinde yaşadığımız hayatla bir ilgisi olsa gerek. Her geçen gün ormanların, derelerin yok edilmesinin, doğanın tahrip edilmesinin, ağaçları kökünden sökme projelerinden bir türlü vazgeçilmemesinin, doğal alanı tahrip edeceği apaçık olan köprülerin havalimanlarının hukuk hiçe sayılarak inşa edilmesinin; siyasete gelecek olursak, oy verdiğimiz milletvekillerinin, parti başkanlarının hukuksuzca hapse atılmasının, hocalarımızın KHK’larla üniversitelerden atılmasının, gazeteci dostlarımızın sırf iktidar öyle münasip gördü diye dört duvar arasına tıkılmasının, en iyi ihtimalle işsiz kalmasının, televizyon kanallarının bir gecede kapatılmasının, şehirlerin ortasında patlayan bombaların yılbaşını kutlayan insanların üzerine ölüm yağdırılmasının, Sur’un, Şırnak’ın, Lice’nin yerle bir edilmesinin, bodrumlarda insanların yakılmasının, cesetlerin günlerce ortada kalmasının, kadınlara yönelik erkek şiddetinin, hepsinden öte şu günlük hayatımızın bile her geçen gün zırh kuşanıp çıktığımız bir savaş alanı haline gelmesinin yarattığı karamsarlığın, gerginliğin işte o sevinçle bir ilgisi olamaz mı?

Daha da siyasete geleyim. Türkiye’ye bir tek adam rejimini iyiden iyiye yerleştireceği açık seçik belli olan bir anayasa değişikliği paketine karşı çıkanların “terörist” olmakla suçlanmasının, mevcut siyasi gidişata itiraz eden herkesin “terörist” olmakla itham edilmesinin an meselesi olmasının, akşam ya da gündüz  “Memlekette ne oluyor?” diye açtığımız televizyonlarda aynı kişilerin günde 24 saat bağırarak konuşmasının, kendilerinden olmayanları sürekli itham etmesinin, vapurda bile kafamızı her kaldırdığımızda iktidardan birisinin saatler süren nutkuna maruz kalmanın yarattığı ruh halinin o sevinçle bir ilgisi olamaz mı?

Bilmiyorum. Pekala olabilir. Bu gerginlikte, bu karamsarlıkta belli ki insanların iyi bir habere ve yavru bir köpeğin saflığına ihtiyacı vardı. Kuyudan çıkar çıkmaz oyun oynamaya başlayan, kendisini tedavi eden veteriner amcalarının suratını koklayan bir yavru köpeğin doğallığına, oyunlarına, sevincine ihtiyacımız vardı.

Galiba biz de kuyu gibi bir yerde yaşıyoruz uzun süredir. Evet umudumuzu yitirmiyoruz, gelecek günlerin daha iyi olacağına inanıyoruz, direniyoruz, dayanışmaya çalışıyoruz ama şu yaşadığımız sevincin, hissettiğimiz iyiliğin belki de başka bir açıklaması yok.

Yersiz benzetmeler mi yaptım? Olabilir. Ama şurası bir gerçek ki, şu yaşadığımız ateş çemberinden çıkmak istiyorsak, o kuyunun başına toplananların yaptığı gibi dayanışmaya, sebata, inanca ihtiyacımız var.

Bitirmeden. Ermeni toplumunda olanlara da değinmemek olmaz. Ve aslında bir şekilde yazının başından beri kurduğum mantıkla da bağlantılı. Hafta başında Ruhani Kurul Başkanı Episkopos Sahak Maşalyan Patriklik seçimindeki tıkanıklık ve başka birçok usulsüzlüğü gerekçe gösterdi ve Patrik Genel Vekili Aram Ateşyan’ı suçlayarak istifa etti. 8 yıldır yapılamayan bir patriklik seçiminden bahsediyoruz. Kimle konuşsak süreçten, Ateşyan’dan şikâyetçiydi. Ama kimse harekete geçmiyordu, sınırlı bir kesim dışında. Sonunda biri çıkıp net, somut bir hamle yaptı. Zamanlaması, mektubun içeriği hiç şüphesiz tartışılacaktır. Önemli olan şu: yıllardır bir kuyu içinde yaşamaya alışmış toplumumuzu, yöneticilerimizi harekete geçirecek mi bu gelişme? Yoksa bundan sonra da kuyu içinde yaşamaya devam mı edeceğiz? Birinin gelip bizi çıkarmasını mı bekleyeceğiz?