LEVON BAĞIŞ

Levon Bağış

OBUR

Kapalıçarşı, bir küçük dünya

Okul yaz tatiline girmişti; ben adaya çıkmayı dört gözle beklerken, babam o yaz bana hayatı öğreteceğinin müjdesini verdi. Kastettiği, beni bir mıhlayıcının yanına çırak vermekti. 

Bütün arkadaşlarım adada tatil yaparken ben, sürekli olarak sular kesildiği için, elimde bidon, çeşme çeşme su arıyordum.

Dayanılmaz sıcağın altında, akan çeşme bulmaya çalışmak, Değirmenburnu’ndan denize girmeye oranla, hayatı kesinlikle daha fazla öğretiyordu. Hayata dair ilk öğrendiğim şey, gerçekten şansız olduğumdu.

Su kesintileri her gün olmaya başladığında canıma tak etti. Mutlaka bu işe bir çözüm bulmalıydım. Buldum da. Bidonu kaptığım gibi Cevahir Bedesteni’ne gidiyordum. Orada deli gibi çalışan klimaların sularıyla, bidonu beş dakikada dolduruyordum. Sonra o müthiş vitrinlerde kendimi kaybediyordum. Bit pazarlarını, eski objeleri o zaman sevmeye başladım herhalde. Cevahir Bedesteni, o muhteşem daracık koridorları ve büyülü dükkânlarıyla, Kapalıçarşı’nın en kıymetli yeridir bence.

Su peşinde koşmadığım zamanlarda çıraklığın öğretici yanları da olmadı değil. Hiç oynamadığım halde altılı ganyan nasıl oynanır çok iyi bilirim mesela. Çok ender olsa da gerçekten işle alakalı (ki bu işe iş sahipleri ‘iş’ değil ‘sanat’ derler) bir şeyler öğretirlerdi. Çıraklara, hemen altın ve pırlantayla çalışamayacakları için, bakır üzerine sahte pırlanta taşları mıhlatırlardı. Çırak bu işi yaparken, mutlaka kendine bir zarar verirdi. Mıhlayıcıların ‘rokela’ dediği, taşın monte edileceği yüzüğü ya da kolyeyi sabit tutmak için kullanılan, bir sopa üzerinde mühür mumundan ibaret bir alet vardır. Onu ısıtarak mühür mumunu eritir, içine kuyum eşyasını koyarsın. Mum soğuduğunda, üzerinde çalışacağın kuyum sabit durur. Atölyede çalışırken ya rokeladan damlayan sıcak mum elini yakardı, ya da bakırla uğraşırken kullandığın kesici aletle elini keserdin. Böyle durumlarda ustanın vereceği tepki çok belliydi: “Bişey olmaz, SANAT GİRDİ”!!!

Elimi yüzümü çok yakmış, sağıma soluma epey bir şey saplanmış olsa da, öyle sanat falan girmedi bana. Ama ortaokul yıllarım boyunca yaptığım çıraklık bana çok şey kazandırdı. Liseye başladığımda isyankâr bir ergen olarak rest çekmiş, her gün denize gidip, Kapalıçarşı’dan mümkün oldukça uzaklaşmıştım. Ama çıraklık yaptığım ilk yaz kazandığım parayla kendime bir walkman almıştım. Hem de öyle alelade bir şey değildi. Tek tek şarkı atlayabilen ve şarj edilebilir (‘ciklet’) pili olan, incecik bir walkman’di. Hayatım boyunca, sahip olmaktan bu kadar gurur duyduğum bir elektronik aletim olmadı.

Ama benim Kapalıçarşı’da en iyi öğrendiğim şeyler hep gırtlakla alakalı.

Şimdi kapanmış temiz peynirci, Eminönü’ndeki taze balıkçı, kurukahveci Nuri Toplar, ustalarımın beni alışverişe gönderdiği yerlerdi.

Ermeni gırtlağının ne mene bir şey olduğunu da anlatmıştı oralar bana. Öğle yemeği bile öyle geçiştirilecek bir şey değildi. Sabahtan istişarelere başlanırdı öğe yemeği için. Hele dışarı çıkılmayıp, yemek dükkânda yendiğinde, sofra krallara layık olurdu.

Gerçi dışarıda da, yemek konusunda, hem çıraklar, hem de ustalar için epey alternatif vardı Çarşı’da. Sadece ustalara hitap eden bazı yerler de vardı; onlar arasında, sonradan deneyip çok sevdiklerim vardır. Cağaloğlu’ndaki Aslan bunların başında gelir. Turistik olmayan, Çarşı esnafının yemek yediği, genelde öğle rakısına oturulan, eski usul bir lokantadır. Hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmaz insanı.

Nuruosmaniye kapısından Tavukpazarı’na çıkan yolda, bir hanın içinde gizli kalması için yapılmış gibi duran Bahar Lokantası, hlaâ İstanbul’un en iyi esnaf lokantalarındandır. Masada boyu yarım metreye yakın ekmek sepeti, emek yoğun çalışanların buraya çok geldiğinin kanıtı sayılabilir. Son yıllarda bazı rehberlerde yer aldığından çehresi epey değişmiş olsa da, benim yediğim en iyi elbasan tavayı onlar yapıyor.

Dönerci Şahin Usta ise, başlı başına bir efsane. Çuhacı Han’a gelmeden, minnacık (döner ve dönercinin aynı anda dükkânda olamayacağı kadar küçük) bir dönerci. Büfe değil, dönerci. Çünkü sadece döner satıyor ve bunu yaklaşık 50 yıldır yapıyor. Döneri tırnak pide içinde, sumaklı soğanla servis ediyor. Ne yemiş olursam olayım, eğer kalmışsa (öğleyi biraz geçirirsen kalmaz) asla yemeden ayrılmam.

Bir de, tabii ki, huysuz esnaflar kralı Fahri... Aynı dükkânda yıllardır haftanın her günü aynı yemeği çıkarıyor. Cuma günleri beyin günü. Ama dükkânın kuralları var. Öyle fazla ses çıkaramazsın. “Oturayım , biraz da sohbet edeyim” yok. Mesela beyini çok beğendin, ikinciyi istedin; olmaz. Başkasına da kalması gerekir çünkü. Bir de çıraktan az, ustadan fazla para alır ki, sırf bu yüzden bile sevebilirim Fahri’yi. Üstelik animasyon da var. Sürekli olarak, yanında çalışanlar ve oğullarıyla atışır. Mutlaka denemeye değer.

Benim son yıllarda ki favori mekânım ise, Aret’in atölyesinin terası. Aret restoran değil, çok iyi bir usta ve benim iyi arkadaşım. Eski ustaların han teraslarındaki sofraları meşhurdur. Rastlantı değil yani, Aret’in böyle bir terası olması. Zaten Aret kendine yeni atölye ararken en büyük beklentisi mangal yakılabilecek bir yer olmasıydı. Mangalı yakıp minarelerin arasından Kapalıçarşı’yı izliyoruz. Yanında da biraz rakı. Herkes koştururken bizim duruyor olmamız bile bizi sarhoş etmeye yetiyor.

Kapalıçarşı müthiş kalabalığı, cebinde çok değerli mücevherlerle sağa sola koşuşan çocukları, derme çatma tezgâhlarda birer sanat eserine dönüşen altın, pırlanta ve gümüşleri ve soyu tükenmekte olan büyük ustalarıyla, hayatını kendi kendine sürdüren bir organizma. İçine girince kaybolunacak, koca bir dünya...