OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Hayırseverler oligarşisi

Fırtına gibi bir hafta geçirdik. Önce S. Maşalyan’ın zehir zemberek istifa mektubu ve VADİP toplantısına katılıp tağaganlara da sert eleştiriler yöneltmesi, arkasından Perşembe akşamı, fars ile darbe arasında gidip gelen bir genişletil(eme)miş VADİP toplantısı, Maşalyan’dan bu kez Perşembe akşamı olanlarla ilgili bir açıklama ve son olarak patriklik makamından yapılan duyuru. Bütün bunlar etrafında söylenecek o kadar çok söz birikti ki... Toparlamaya çalışalım. 

Gelişmelere geçmeden önce, bu tartışmalar sırasında fikrini, itirazını dile getirenlere karşı söylenen, “Pazarları kiliseye gitmez, burada laf söyler”, “En son ne zaman kiliseye gittin?”, “Kilise işlerini bilir misin?” türünden sözlere dair bir-iki cümle edelim. En basit Ermeni tarihi kitabının ilk sayfasını çevirmiş herkes bilir ki İstanbul Ermeni Patrikhanesi hiçbir zaman salt dinî bir kurum olmamıştır (Gerçi hiçbir kilise salt dinî kurum olmamıştır). Siyasi ve sosyal işlevleri, siyasi temsil niteliği olagelmiştir. Bu işlev ve özellikler, cumhuriyet Türkiyesi’nde hukuken değil fiilen devam etse de, patrik ve Patrikhane dediğimizde sadece dinî bir figürden ve kurumdan bahsetmiyoruz. Ben işin tarih kısmını da bir kenara bırakmaya hazırım. Yarın bir gün, patrik ve Patrikhane hukuken sadece kilise işleriyle meşgul olan, vakıf, mal mülk, temsiliyet gibi işlerden elini eteğini çekmiş bir makam ve kurum olarak tanımlanır ve fiilen buna uyarsa, ben kendi adıma söz veriyorum, patrik seçimiyle hiç ilgilenmeyeceğim. Fakat, bu gerçekleşmediği sürece, herkesi ilgilendiren bir kurum ve makam hakkında söz söyleyenleri iman terazisinde tartmaya kalkan ifadeler, haddini aşmaktan öte bir anlam taşımaz. Mevcut statü devam ettiği sürece, Patrikhane ve patrik seçimi hakkında yalnız dini bütün veya yarım Hıristiyanların değil, imansız ateist Ermenilerin veya benim gibi agnostik eğilimlilerin de söz söylemeye hakkı vardır.   

Gelelim Perşembe günkü ‘olay’a. Maşalyan’ın istifa mektubuyla oluşan durumu konuşmak amacıyla, VADİP, o gün için toplumun kurumlarının temsilcilerinin katılacağı, genişletilmiş bir toplantı kararı almıştı. Fakat ne hikmetse, 11 kişilik bir grup aralarına Ateşyan ve Maşalyan’ı da alarak, hangi hak, yetki, meşruiyet ve sıfata dayandığı belli olmayan bir şekilde kendilerini ayırdılar ve kapalı kapılar ardında hazırladıkları bir protokolü vakıfların geri kalanına ve halka dikte ettirmeye çalıştılar. Bu tür işlerde bilinen bir hukuk ilkesi vardır: “Usül esasa mukaddemdir.” Yani, usül esastan önce gelir; usülüne göre yapılmayan işlerin neticesi, içeriğinden bağımsız şekilde geçersizdir. Sağ olsunlar, bu 11 kişi o gün tam da bu durumu örneklediler. Dolayısıyla, yanlış bir usül izlendiği için, ortaya çıkan protokol geçersiz hatta gayrimeşrudur, isterse dünyanın en iyi protokolü olsun. Protokolün içeriğine baktığımızda ise, bırakın dünyanın en iyi protokolü olmasını, şüphe uyandıran, çelişkili bir metin görüyoruz. Akla gelen ilk soru şudur: Ermeni toplumuyla arasında tamir edilemez bir güven bunalımı olan Aram Ateşyan’ın kıymeti kendinden menkul vekil pozisyonunu, üstelik zaten bir değabah seçme kararı da almışken, korumaya neden gerek duydunuz? Değabah, seçim sürecine riyaset edebileceği gibi, Patrikhane’nin rutin işlerini de seçime kadar pekâlâ yürütebilirdi.

Bu noktada, o protokolü imzalayanlar hakkında da bir değerlendirme yapmak gerekiyor. Birincisi, Ateşyan’ı koruma ve kurtarma çabaları izaha muhtaçtır. Onun ötesinde, altı saat uğraşıp, ömrü iki saat dahi olmayan bir protokol hazırlayıp imzalamak nasıl nitelenebilir? Bu protokolün işlemeyeceğini, topluma huzur getiremeyeceğini öngörmemişler midir? Görmemişlerse, beceri ve basiretlerinden bahsedilebilir mi? Yoksa, protokolün işlemeyeceğini bile bile mi imzaladılar? Bu, yoksa bir danışıklı döğüş, bir tiyatro, yeni bir oyalama taktiği miydi? Eğer böyleyse daha da vahim, çünkü bu durumda bizzat toplumun önderi olma iddiasında olanlar topluma komplo kurmuş demektir. Gerçi, ben hepsinin birden bu oyunu oynadığını sanmıyorum. İçlerinden bir kısmı, diğerlerinin oynadığı oyunda figüran yapıldılar muhtemelen. Fakat son kertede, neresinden bakarsanız bakın, bu protokolün, altında imzası olanlar için bir prestij kaybı olduğu açıktır.

Genelde patrik seçim krizi, özelde bu protokol, aslında, Türkiye Ermeni toplumunun idari düzeni ve siyasetindeki çarpıklığı bir kez daha net biçimde ortaya koydu. Düzenimiz demokratik değil, bir nevi ‘parerarlar (hayırseverler) oligarşisi’. Bu tartışmalar sırasında, şimdiye kadar topluma çok yararı dokunmuş hayırseverlerin hakkının yenmemesi, gücendirilmemesi gerektiğini söyleyenler var. İçlerinde öyle olanlar mutlaka vardır ama genel yapıyı veya paradigmayı değiştirecek kadar çok değiller. Zaten, gerçek hayırseverleri muhtemelen biz görmüyoruz, çünkü gerçek hayırsever, hayrı karşılığında bir fayda, çıkar veya güç talep etmez. Hayrını yapar, arkasını dönüp gider. Yaptığınız hayır, verdiğiniz para karşılığında söz hakkı, makam, itibar ve iktidar talep ediyorsanız, onun adı hayırseverlik olmaz; “Parayı verdim, düdüğü çalarım” demek olur. Maalesef, bugün toplumumuzda parerarların arz ettiği durum budur. O kadar ki, bu grup ile Ermeni toplumu arasındaki ilişki gitgide, –muhtemelen teşhisi konmamış bir ruh hastası olan– Ömer Seyfettin’in ‘Diyet’ hikâyesine benzemeye başladı. Malum, hırsızlıkla suçlanan demircinin kolunun diyetini ödeyerek kesilmekten kurtaran kişi, bunu demircinin başına o kadar kakmış ki, en sonunda demirci bir gün kendi koluna baltayı indirip, kesik kolu adamın suratına fırlatmış; kolunu verip özgürlüğünü almış. Dolayısıyla, belki fevri olacak ama benim hissiyatım odur ki, eğer Ermeni kurumları ve insanları, bu ‘hayırseverler’in oyuncağı ve tebası olacaksa, lütfen artık ‘hayır’ işlemesinler, ne olacaksa olsun. Ermenilik adına geriye ne kalmışsa buralarda, o da bitsin gitsin. İnsanları ‘Diyet’ eşiğine getirmemek lazım.

Tabii, bu süreci bir de Sahak Maşalyan temelinde değerlendirmek gerekir. Açıklamalarında benim kötüye işaret olarak okuduğum kimi ifadeler var ama yerimiz bitti, o da gelecek yazıya kalsın. Şimdilik şu kadarını söyleyelim: Açıklamasında, kendisi için, zayıflıkları olan bir insan olduğunu söylüyor. Şüphesiz hepimiz zayıflıkları olan canlılarız fakat lider olma iddiasındakilerin zayıflıklarının ve tutarsızlıklarının muayyen bir haddin üzerinde olmaması tercih sebebidir.