Karadeniz’den bir Ermeni yetimi hikâyesi

Halil Erhan’la dedesi, ‘Giresunlu Kamil’in, Baybahan Dağı eteklerindeki bir Ermeni köyünde başlayan hayat hikâyesinde yola çıkıp, ‘Müslümanlaştırılmış Ermeniler’e uzanan bir söyleşi yaptık.

Halil Erhan’ın ilk kitabı ‘1915’ten 1980’e Karadeniz: Ermeniler, Eşkiyalar, İnsanlar, Yaşamlar’ 2015’te yayınlanmıştı. Ünyeli emekli öğretmen Halil Erhan’ın ikinci kitabı, ‘Karadeniz’den Bir Ermeni Yetimi: Baybahanlı Nubar’ da İletişim Yayınları’ndan geçen hafta çıktı. İlk kitabında Orta Karadeniz Ermenilerinin 1915 ve sonrasında yaşadıklarını kaleme alan Erhan, bu kez bir Ermeni yetimi olan kendi dedesinin hikâyesini yazdı. 1890’ların başında Hamidiye Alayları tarafından bütün ailesi katledilen, kendisi henüz kundakta bir bebekken vicdan sahibi bir asker olan Kılıçoğlu Halil tarafından kurtarılmasıyla başlayan dedenin yaşam öyküsü, 1977’de Ünye’de talihsiz bir trafik kazasıyla sona eriyor. Erhan, sinema oyuncusu Nubar Terziyan’a benzediği için kitapta dedesine 

‘Baybahanlı Nubar’ ismini vermiş. Kundakta bir bebekken tüm ailesini yitirmiş dedesine doğduğunda konulan isim ise bilinmiyor.  

Kitabınızın serüveninden bahseder misiniz? Dedenizin hikâyesini araştırmışsınız, ortaya bu kitap çıkmış. Nasıl başladınız? Neler yaşadınız?

Bütün mesele çekiçlerle başlamıştır. Dedemin askerde 3 sene kullandığı ve kaçarken yanına aldığı boğulma tehlikesi geçirdiği halde ağırlıklarından kurtulmayı düşünmeyecek kadar önemli olan taş yontma çekici, gönyesi, sivri uçlu ‘murç’ ( çekiç). Çocukluğumda, diğer yaşıtlarımdan farklı bir kişiliğim vardı hep. Arkadaşlarım oyun oynarken, iş yapan, ustalıkla uğraşan, inşaatlarda çalışanların yanında olur, onların el maharetlerini büyük bir zevkle izler, gözlemlerdim. Yaylada, Ünye’deki köyümüzde denize, göle giren arkadaşlara pek uymaz, etrafa saçılmış-yırtılmış, çamura bulanmış gazete parçalarını elime alır, sürekli okur, merakımı gidermeye çalışırdım. Çevremde gördüğüm en çalışkan insandı dedem. O kadar da  alçakgönüllü, sevecen, yardımsever, kimseyi kırmayan, beni çocukları arkadaşı, yaşdaşı gibi görüp sohbet eden, bütün sorularıma usanmadan cevap veren kişiliğinden dolayı her fırsatta yanında bulunur, onu izlerdim. Şekilsiz kocaman sert taşlara öyle güzel geometrik şekil verirdi ki hayret ederdim. Bir de “Torunum biraz uzakta dur, gözüne taş parçaları sıçramasın” demesi sevgimi ruhumun derinliklerine kök saldırırdı. Gönyeyi kullandığında taş yontma çekiciyle (tarak denir), tarağı istediğinde ‘murç’la oynar, ben de taşlara vurup dururdum. Her defasında sorardım; “Dede bu aletleri nerden buldun, nerden aldın?” diye…  Dedem de, her defasında uzun uzun anlatırdı yaşadıklarını, 3 sene boyunca askerlik yaptığı yıllardaki çalışma kampını, arkadaşlarını, ölümleri, çektikleri, yaşadıkları sefaletleri… Tâ  ki; 16-17 yaşlarıma gelene kadar her sene, her ay aktarırdı bana anılarını. Öldüğünde çok ağlamış, çok üzülmüştüm. İstanbul’da üniversitede olduğumdan, yokluktan, iletişim imkânsızlığından bir hafta sonra duydum dedemin trafik kazası sonucunda hayatını kaybettiğini. Böylesi mükemmel bir insan bir daha dünyaya gelemezdi benim için. Dünyanın mutluluk ve güzellikleri için böylesi örnek olan bir insana vicdani borcumu yerine getirmek ve belki de okuyan insanların kendilerini ve yaşamı sorgulamaları için hayatını kaleme almak istedim. Sinema sanatçısı Nubar Terziyan’a çok benzerdi dedem. Sanki birbirinin ikizi gibiydiler. Bu nedenle benim dedem, Nubar’dı.

Sizin gibi ailesinin köklerini araştıran pek çok insan, özellikle nüfus kayıtlarını araştırırken bürokratik engellere takılıyor. Siz bu tür engellerle karşılaştınız mı?

Dedemin askerlik çağına gelene kadar nüfus kâğıdı bile yokmuş ki! O dönemde köylerde yaşayanların dağ köyünde yaşam süren insanların hiçbirisinin doğru dürüst nüfus kaydı olmamış. Askere alınacakları zaman nüfus kayıtları tutturulmuş. Bir de tapu kayıtları, kadastro çalışmaları yapılırken, miras meselelerinde falan nüfus kayıtlarına ihtiyaç duyulmuş. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, 1930’lara, 40’lara kadar hep böyle süregelmiş. Kasabalarda, şehirlerde oturanlar hariç tabii. Ben bile ilkokulu bitirdikten sonra, ortaokula yazılırken nüfusa kaydedildim. Annemle babam o tarihlerde resmi olarak evlendiler, nikahları kıyıldı. Babam ceza almasın diye beni ve ablamı ikiz olarak nüfusa kaydettirmiş. Annem “Ablan senden büyük, aranızda en az bir yaş fark var” der. Benim nüfus kaydım doğru değil ki dedeminki doğru olsun! Yani devletin nüfus kayıtlarına bakarsanız asla gerçekleri bulamazsınız. Gerçek ise kitapta anlatıldığı gibidir. Değirmen ve tıngırak (takılcak) meselesi bu. (Bizim oralarda; değirmeni sel almış, sen tıngırağını soruyorsun” derler. Yuva köyünde bir emicem vardı; Filti Hüseyin, “Oğlum adam bile vuracaksan şehirde vurma. Hükümet mecbur peşine düşer. Vuracaksan köyde vur! Kim vurduya gider. Şu gördüğün köylerde yaşayanların hiçbirisinin kaydı yok devlette” derdi.

Ailenizde dedenizin kökeni hakkında yazmanıza tepki gösterenler oldu mu?

Aşırı tepki gösterenler olmadı. Aslında herkes durumu biliyor da kabullenmek istemiyor. Ama bazı büyüklerim daha dürüst yaklaşırlar meseleye. “Oğlum, biz aslında kılıç Müslümanıyız” diye ifade edenleri çok duydum. Bir de ticari ve sosyolojik nedenler var. “Ne olursa olsun ben Türk ve Müslümanım” diyenler çok tabii. “Ne gerek vardı?” diyenler de var; “Olabilir” diyenler de… Aile içinde, sülale içinde bu meseleyi uzun yıllar konuştuğumuz için konu normalleşti artık.

Halil Erhan

Dedeniz size veya ailesinden başkalarına, aile kökleriyle ilgili bir şeyler anlatmış mıydı?

Dedem hiçbir şey bimiyor ki! Sadece “Ben yetimmişim. Ne anam, ne babam, ne amcamı tanıdım. Kimim kimsem yokmuş benim” derdi zavallıcık. Onu büyütenler ne anlatmışlarsa, ne kadar mevzuyu değiştirmeye çalışmışlarsa o kadar bilgisi vardı. “Ailem ölmüş, sebebini de bilmiyorum, bilen de yok” derdi her seferinde. “Halil emmi kim?” sorusuna da cevabı yoktu. Kimsenin de yoktu zaten. Halil, asker kaçağı bir eşkıya idi, o kadar!              

Kitaptan, dedenizin birinci dereceden akrabalarından hayatta kalan hiç kimsenin olmadığını anlıyoruz. Ancak ikinci dereceden akrabalarından sağ kalanlar var mı? Bu konuda bir çalışmanız oldu mu?

Ortaokul yıllarımdan bu yana sürekli bu konuyu araştırdım, soruşturdum. Kitapta bahsi geçen yerleri, köyleri gezdim. Yaşlılara sürekli soru sordum. Asla ve asla kan bağı olan, genetik olarak birinci dereceden akrabası olabilecek hiç kimseye, hiçbir sülaleye ulaşamadım, rastlamadım. Fiziki olarak da akrabalarım dediği, yanlarında büyüdüğü kişilerin hiçbirine benzemiyordu dedem. Kaldı ki akrabalık bağı, kan bağı olsa aynı ocaktan, aynı aileden, beraber büyüdüğü bir kızla evlendirilir miydi? Kısacası dedemin gerçek anlamda hiçbir akrabası yok şu anda.

Müslümanlaştırılmış Ermeniler hakkında yapılan sözlü tarih çalışmalarında genel olarak, Müslüman da olsalar, Türk isimleri de taşısalar yaşadıkları yörelerde çoğu zaman ayrımcılığa uğradıkları ortaya çıkıyor. Dedeniz ise askerlik yılları dışında pek ayrımcılığa uğramamış görünüyor. Durum böyle mi? Yoksa kitapta yer vermediğiniz bu tür ayrımcılık örnekleri var mı?

Dedem, amele taburunda 3 sene askerlik yapmıştır. 3 sene boyunca sürekli inşaatlarda çalışmış. Taş kırmış, duvar örmüş, taş taşımış, çamur harç yoğurmuş, harç taşımıştır, üstü başı yırtık pırtık, yalın ayak, aç sefil. Hasta olmak yok. Yorulmak yok. Sabahtan akşama kadar iş iş iş… Durunca, yorulunca sivil kıyafetli muhafızlardan dayak veya dipçik cezası kaçınılmazmış. Saf, tertemiz, iyi niyetli bir insan olduğundan sürekli konuşur kahkahayla da güler dururmuş; sevilir olmuş bölüğünde. Hem komutanla, hem amele askerlerle saf saf sohbet eder, diyalog kurarmış. Ayrıca “Müslümanım demek önem arz etmiyormuş ki. Soyun sopun belli değilse doğru ‘amele taburu’na… Türk ve Müslüman olanlar cepheye veya kıtalara veya acemi taburuna gönderilirmiş o zamanlar. Dedem ne acemi bölüğü görmüş ne de tüfek-tabanca. İki ailenin dışında dedemin kim olduğunu bilen yok ki! Yuva köyünün geneli “Falancaların yetim Kamil’i” diye biliyorlar. Ünye’ye  gelince adı ‘Giresunlu Kamil’ oluyor o kadar. Asker kaçağı olduğunu (3. senenin sonunda askerden kaçıyor) zaten kimse bilmiyor; kimseye söylememiş. Ünye’de bize hâlâ ‘Giresunlu Kamiller’ derler. Ünye merkezde ‘Erhanlar’; köyde ‘Kamiller’.

Dedenizin hayatının belli bir döneminde akrabalarını, ailesinin geçmişini araması söz konusu olmuş mu?

Dedem, öyle soy-sop araştırmaya gerek duyan birisi değildi ki! Onun için önemli olan; insan olmak, üretmek, çalışmak, yaşadığı yeri güzelleştirmek, faydalı olmak, hiçbir canlıya kıymamak, can yakmamak, aşağılamamak, hor görmemek… Eşinin akrabaları onun da akrabasıydı. Bu yetiyordu ona. “Anamı, babamı, sülalemi bilmiyorum, hiç tanımadım zaten. Önemli de değil. Siz varsınız. Torunlarım var. Eskiden bir kişiydim şimdi oldum kurt sürüsü gibi” derdi kahkaha atarak. Yaşamım boyunca örnek aldığım, hayranlık duyduğum tek insandı dedem; anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Geçen yıl Agos’ta da yer verdiğimiz ‘1915’te 1980’e Karadeniz’ başlıklı kitabınız yayımlanmıştı. Bu yıl ise dedenizin hayatını anlattığınız ‘Baybahanlı Nubar’ kitabınız yayımlandı. Halen üstünde çalıştığınız ve önümüzdeki dönemde yayınlamayı düşündüğünüz başka bir çalışmanız var mı?

Maalesef toplumumuzda yazma, okuma alışkanlığı yok denecek kadar az. Günlük tutmak, anılarını not etmek önemli. Toplumun gerçekleri bilmesi, gerçeklerin gün yüzüne çıkarılması, yapılan hataların gün yüzüne çıkarılması, o hataların tekrarından kaçınılması için faydalı bir uğraş olarak görüyorum yazmayı. “Yazmış olmak” diye bir amacım yok. “Hangi sorunu irdelemeliyim?” düşüncesine sahibim. Birkaç sosyolojik konu var üzerinde çalıştığım. Bakalım, zaman ne gösterecek… Günümüzde muhalif olmak iyidir ve cesaret ister. Dünyaya sevgiyle bakan bütün gözlere saygılar sunarım.

Kitaptan
Nubarın torunları

Günümüzde Nubarın torunları çoğalmış durumda: Halil, Hacer, Cemil, Cemal, Fatma, Kerime, Mustafa, Hüseyin olarak Giresunda, Orduda, İstanbulda, Bursada hatta İsviçrede yaşamlarını sürdürüyorlar. Bunlardan bazıları Türk-İslam Sentezine dayalı bitmez tükenmez resmi ideolojinin etkisi altında inanmak istemiyor dedelerinin bir Ermeni yetimi olduğuna. Birçoğuysa resmi ideolojinin kalın duvarlarını yıkmaya başlayarak Ermeni dedelerinin doğa sevgisini, hayvan sevgisini, insan sevgisini, hoşgörüsünü, can yakmama düsturunu kalplerinde, damarlarında hücrelerinde her an hissederek yaşamlarını sürdürüyor güzel bir ülkeyi, mutlu yarınları hayal ederek   

Kategoriler

Dosya Arka Sayfa



Yazar Hakkında

1967 İstanbul doğumlu. Agos yazı işleri müdürü ve kitap eki Kirk'in editörü; güncel politika, dini akımlar, tarihle ilgili güncel tartışmalar ve yeni çıkan kitaplar hakkında haberler yapıyor.