‘Dansların kökeni konusunda biraz okuyup konuşarak, bolca da izleyerek çıkarımlar yapmaya çalışıyoruz’

Araştırmacı Berna Kurt’un ‘Ulus’un Dansı: Türk Halk Oyunları Geleneğinin İcadı’ adlı kitabı, Pan Yayıncılık etiketiyle okuyucuyla buluştu. Osmanlı’nın son döneminden günümüze geleneksel halk oyunları sahnesini konu edinen kitap, Türkiye coğrafyasındaki kültürlere ait dansların nasıl ‘millileştirildiği’ konusuna ışık tutuyor. Kurt’la, Anadolu’da dansın öneminden muhalefetteki rolüne kadar birçok konu hakkında konuştuk

Araştırmacı Berna Kurt’un ‘Ulus’un Dansı: Türk Halk Oyunları Geleneğinin İcadı’ adlı kitabı, Pan Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluştu. Osmanlı’nın son döneminden günümüze geleneksel halk oyunları sahnesini konu edinen kitap, Türkiye coğrafyasındaki kültürlere ait dansların nasıl ‘millileştirildiği’ konusuna ışık tutuyor. Kurt’la, Anadolu’da dansın öneminden muhalefetteki rolüne kadar birçok konu hakkında konuştuk.

Geçmişte, özellikle Anadolu’da birçok farklı kültürün yaşadığı dönemde dans da şüphesiz özel bir yere sahipti. Etnik kimliklere göre değerlendirerek, hangi toplumda dansın nasıl bir önemi olduğunu anlamak mümkün mü? 

Etnisite ayırmak doğru olmaz, çünkü o dönem dansın her kültür için çok önemli bir yeri var. Farklı toplumlar dansı hayatlarında sürekli kullanıyor. Belli yerlere köy köy, bölge bölge baktığınızda Ermeniler, Kürtler, Araplar ve Süryaniler iç içe yaşıyorlar ve oralardaki danslar da ister istemez çok büyük benzerliklere sahip oluyor. Bu tür araştırmalara başladığımda, Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nde (BÜFK) halk dansları icra ediyordum. Bir ara, belli dönemde yapılan belli kültürdeki danslara öncelik tanıdık. Ancak işin içinden çıkamadık. Örneğin halay çalışırken, Kürtler şöyle yapıyor, Ermeniler böyle yapıyor desek de, sonra baktığımızda bunun Kürtlük veya Ermenilikle değil, insanların yaşadığı bölgeyle ilgili olduğunu öğrendik.

2000’lerin başında bir dönem Ermeni danslarına odaklandım, bizi Ermeni danslarıyla tanıştıran Minas Oflaz’ın arşivinden çok faydalandım, videolar seyrettim, deşifrasyonlar yaptım. Bir süre sonra bunların milliyetinin olmadığını, bölgelerin dansı olduğunu fark ettik. Bu dansların geçmişte nasıl yapıldığına dair elimizde çok fazla belge yok açıkçası. Aynı dansların bugün nasıl yapıldığına bakarak çıkarsamalarda veya Ermenistan’dan, diasporadan görüntülere göre varsayımlarda bulunuyoruz. Bu danslar bu bölgede bu kadar yapılıyordu gibi bir sonuca varamadık ama yaşanan kültüre bakarak birtakım çıkarımlar yapıyoruz.

Sözlü şarkılarda eserin hangi kültüre ait olduğu çok daha kolay anlaşılabilirken, bu durum dans için geçerli değil. Bir dansın hangi kültüre ait olduğu nasıl anlaşılıyor?

Yazılı kayıt pek yok tabii. Bunu öğrenmek için ne yapıyoruz peki? Örneğin Van’ın bir bölgesine gidiyoruz, orada o dansın nasıl yapıldığına, şu anda orada hangi kültürlerin yaşadığına bakıyoruz, zamanında o bölgede yaşayan halkların bugün nerede olduklarını buluyor, insanlarla mülakatlar yapıyor, bize danslarını göstermelerini istiyoruz. Göç etmiş ya da sürülmüş halkların, gittikleri yerde devam ettirdikleri kültürleri var. Örneğin, zamanında Sivaslı Ermenilerin kültürüne ait bir halayı, ABD’de yaşayan bir Sivaslı Ermeni’den öğrendim. Buradaki Ermenilerin dahi pek fazla bilemediklerini, doğal olarak o kültürü canlı bir şekilde sürdürme şansına sahip olan diasporadaki Ermeniler biliyordu. Ancak bu gibi araştırmalarla geçmişte dansların hangi kültüre ait olduklarını bulabiliyoruz.

Diasporanın araştırmanızda önemli bir rol oynadığını söylediniz, hemşeri dernekleri gibi kurumlardan yardım aldınız mı?

Çalışmalarım dernekler üzerinden olmadı, biraz tesadüfler sonucu buldum bazı örnekleri. Neticede, sürece yayılmış ve sahne odaklı bir çalışmadan bahsediyoruz ve bu süreçte bir ilişkiler ağı oluşuyor. Bu konuyu çalıştığımı bilen biri, “Sivaslı biri geliyor, sana yardımcı olabilir” diyerek beni biriyle tanıştırıyor. Bir günlük atölye düzenliyor ve görsel kayıtlar alıyoruz mesela. Aslında Eğin kültürü üzerine çalışırken, o konuda çok sayıda tarihsel malzeme ve belge bulduk. Eğin danslarını araştırırken birden karşımıza Tamzara dansı çıkıyor, Tamzara’yı yalnızca Türklerin yapmadığını biliyoruz. Ulaştığımız kaynaklar her zaman için “Bunlar da yaptı, şunlar da” demese de, hissiyat düzeyinde bunun bilgisine sahibiz. Şarkıların veya dansların isimlerinden de çıkarımlarda bulunuyoruz. Bölgeye gitmek de yeterli olmuyor, çünkü bugün Eğin’e gittiğimizde ne yazık ki canlı bir Ermeni kültürüyle karşılaşamayacağımızı biliyoruz. Danslar müzik kadar kayda geçmediği için, hiçbir şeyden emin olamıyoruz. Biraz okuyup konuşarak, bolca da izleyerek çıkarımlar yapmaya çalışıyoruz.

Kimi inanç ve kültürlerin dansı günah veya ayıp olarak tanımlaması durumu Türkiye’de söz konusu mu?

Ayıp olarak kabul edildi mi bilmiyorum ama dansın yasaklandığı dönemler var. Uygun görülmediği söylenip yasaklanan danslar var ama bu yasaklar kültürlerin devam etmesine engel olmuyor, tam tersi bunu teşvik ediyor. Örneğin Tekke ve zaviyeler kapatıldığında doğal olarak tarikat ritüellerindeki danslar da yasaklanmış oluyor ama insanlar bunu yapmaya devam ediyor. Hatta dinî danslar o kadar popüler hale geldi ki, Mevlevi ritüellerindeki hareketler din bağlamından çıkarılıp Türkiye’yi tanıtan turistik bir imgeye dönüştü.

Osmanlı’nın son döneminde, Jön Türkler zamanında artan bir milliyetçilik dalgası var. O dönemde aydınlar, halk dansları hakkında yazıp çizmeye başlıyorlar. Devlet tarafından Batıya gönderilmiş, o işlerin orada nasıl yapıldığını gören ve benzerini burada yapmaya çalışan, koreografi ve spor üzerine çalışmalar yürüten Selim Sırrı Tarcan gibi insanlar var. Bu dansların derlenip toplanması, sahnelenmesi, Cumhuriyet kurulduktan sonrasına dayanıyor. Bazı bölgelerden gelen yerel dans toplulukları, Halkevleri bayramlarında Ankara’da toplanıyorlar, geleneksel dans malzemesinin sahneye çıkarılması da ilk o zamanlar başlıyor. Gruplar, geldikleri illere göre sınıflandırılarak isimlendiriliyor. Dolayısıyla bunların hepsi Ermeni ya da Kürt değil, ‘Türk dansı’ sayılıyor. Bu akım, ‘Edirne oyunları’, ‘Kars oyunları’ diye devam ediyor ve özellikle 1950’li yıllardan sonra iyice popülerleşerek okullarda öğretilmeye başlıyor. Edirne’de yaşayan Romanlar, Pomaklar olsa da, biz oranın tüm danslarını ‘Edirne oyunları’ olarak biliyoruz. Böylece ‘Türk halk oyunları’ yerleşik bir tabir haline geliyor. 1974’te konservatuarda açılan bölümün adı ‘Türk Halk Oyunları’ oluyor ve bunu kimse sorgulamıyor.

Cumhuriyet döneminden bugüne Türkiye’de dansla, özellikle de halk danslarıyla muhalefet arasında nasıl bir ilişki var?

Halkevleri ve Köy Enstitüleri 50’lere kadar devlet kurumları olarak işlev görüyor. Orada standart bir Türk halk oyunları formatı oluşmaya başlıyor. 1950 ila 1980 arasında bu gelenek devam etse de, tam olarak aynı kalmıyor. Bunun başlıca sebebi, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın iktidarda olmaması. Demokrat Parti kültür sanatı destekler bir pozisyon almayınca, o dönem özel dernekler kuruluyor ve yarışmalar düzenleniyor, yani belli bir 'piyasa' oluşuyor. Halkın muhalefet etme sürecinde dansı nasıl kullandığına baktığımızda ise, çoğu eylemde halay çekildiğini görüyoruz. Çok kalabalık ve el ele, omuz omuza çekilmesi, halayı bu bağlamda önemli kılıyor. Dayanışma hissi, halayla daha kolay veriliyor olmalı. Fakat son dönemde, halayın yanına ciddi anlamda horon eklendi. Özellikle Karadeniz’de çevreyle ilgili eylemler arttıkça ve bunun İstanbul’daki versiyonları çok sık yapılmaya başladıkça, artık her çevre eyleminde horon yapıldığını görüyoruz. Yine format olarak uygun, çünkü o da birlikte yapılan bir dans. Bunun yanı sıra, daire formatı her zaman için insanı bir şekilde dışarıdan koparır ve birliktelik hissi verir. Örneğin dinî ritüellerde de çok sık daire olma durumunu görüyoruz.

Stilize edilen danslar, geleneksel halk oyunlarının yozlaşmış hali olarak yorumlanabilir mi?

Köyde yapılan bir dansı, herhangi bir yerde sergileme amaçlı yaptığınızda bunun hali tavrı ister istemez değişiyor. Düğünde bir halay 25-30 dakika boyunca çekilir, herkes de sıkılmadan izler, ama sahnede bunun farklı bir boyut kazanması gerekiyor. Sahne için ister istemez birtakım kısıtlamalar, düzenlemeler yapılıyor, dolayısıyla işin içine stilizasyon da giriyor. 'Yozlaşma' çoğu zaman 'bozulma'yla eş anlamlı olarak kullanılan, negatif bir ifade. Aslında bu değişimini genel olarak iyi veya kötü şeklinde değerlendirmek çok da anlamlı değil çünkü revizyonun iyisi de, kötüsü de olabiliyor.

‘Someh’ten ‘Atabarı’na

“Atabarı ismini bu dansın 1930’lu yılların ortalarında aldığını öğreniyoruz. Öncesinde farklı isimler kullanılıyor, hepsine ulaşamıyoruz ama örneğin ona ‘Someh’ dendiğini biliyoruz. ‘Someh’ Gürcücede Ermeni demek, dolayısıyla bu oyunu Ermenilerin oynadığını anlıyoruz. Zaten dansa eşlik eden müziğin Ermenicesi de var: 'Arnem Ertam İm Yare' (Yarımı alıp götüreyim). Ayrıca Gürcü ve Türklerin de oynadığını biliyoruz, zaten Artvin’e özgü bir dans, orada da her türlü kültür var. Mustafa Kemal Atatürk, 1936'daki 2. Balkan Festivali kutlamaları sırasında, oyunu oynayan yarışma birincisi Artvin ekibinin başına geçiyor; dans etmeyi seven, iyi de dans eden bir lider, böyle birçok dans sahnesi var tarihe geçen. Bu olaydan sonra Artvinliler, bu dansın isminin Atabarı olmasına karar veriyorlar. Dansın tarihiyle ilgili ana anlatı bu; yani bir şekilde tarihe böyle geçiyor ve hepimiz onu bu isimle öğreniyoruz. Ama ayrıntılı bir tarihsel araştırma yapıldığında, dansın geçmişte birçok farklı isminin olduğu ve bu isim değiştirme süreciyle ilgili birçok farklı anlatının daha bulunduğu ortaya çıkıyor."

Kategoriler

Kültür Sanat



Yazar Hakkında