Gerçi Rum iseler de Rumca bilmez Türkçe söylerler

MURAT CANKARA 

Kayseri’den ayrıldığım gunden bu gune gadar olan bitenleri nahletmek isterdim. Baş ağrısı virmeden gısa gesmeği daha münasip gördüm. Istanbul’a vardığım gunkü şaşkınlığım tarif goturmez. Zarifliğine gurban olduğum memleket, etrafını derya deniz sarmış, gunlük guneşlik içinde, adamın sıfatına gulüyor, limandaki bacalı direğli gemilerin sayısını Allah bilir. Öyleleri var ki ikisini yan yana goysan Gayseri’deki Gapalıçarşı kadar yer tutar. Galata yahasında daştan yapma sekiz on kat binalar var. Talas’taki Amerikan Sarayı onların yanında tavuh gümesi bile olamaz. Şehrin bir yahasından bir yahasına dort gunde yaya gidemezsin. Gayseri’yi getirip İstanbul’a goyacah ossan, iki mahalle arasına sığışır nam ve nişanı bile galmaz. Galabalığı adamı önce şaşırtıyor ama ticaret için buradan zorlu bir yer bulmanın mümkünü yoktur ve lakin ahalisi bir acaip! Çohluğu zengin değilse de gılıh gıyafetçe zenginlik daslarlar. Gaharsın sırtına yalınga bir uruba giyer, yahalığı gravatı bırahmaz.”

‘Köyden indim şehire’

Yok; ‘Köyden İndim Şehire’ filminde Zeki Alasya’nın canlandırdığı Himmet’in, köyüne yolladığı mektuptan değil bu satırlar; Mahmut Yesari’nin (1895-1945) geçtiğimiz haftalarda İstos tarafından yayımlanan ‘Bir Namus Meselesi’ başlıklı hikâyesinden. Hikâye 1923’te ‘Kelebek’ dergisinde yedi hafta boyunca tefrika edilmiş. Bugün ilk kez Latin harfleriyle ve bir kitap olarak okur karşısına çıkıyor. Kitabın başında iki giriş yazısı var: 1) Metni Arap harflerinden Latin harflerine aktaran Nükhet Eren’in yazısı kısaca Mahmut Yesari ve eserlerini tanıtıyor. Artık kitapları yeniden basılmasa da Yesari’nin bir zamanlar epey meşhur olduğunu, 1927’de yayımlanan ve kimilerine göre Türk edebiyatının ilk ‘işçi romanı’ olan ‘Çulluk’la ününün yaygınlaştığını, roman ve hikâyelerinin yanı sıra tiyatro oyunu ve uyarlamalarının da bulunduğunu, mizah dergisi çıkarttığını, karikatür çizdiğini (kitaptaki çizimler de kendisine aitmiş) öğreniyoruz bu kısa yazıdan. 2) Stefo Benlisoy ise ‘Bir Namus Meselesi’nin kahramanlarını tarihsel bir bağlama oturtuyor. Benlisoy’a göre kitapta “Okurun karşısına çıkan dünya ulusal, dinsel ve dilsel kimlik unsurlarının birebir örtüşmesini varsayan modern okur için hiç kuşkusuz hayret vericidir”. Nasıl hak vermeyelim ki Benlisoy’a? Bu hikâyenin kahramanları, yani Karamanlılar, ‘Türkdil Anadolulu Ortodokslar’. ‘Türkdil’ derken, işte bu yazının başındaki sözler hikâyenin baş kişisine ait örneğin. Anadolu’nun bağrındaki bu Türkçe konuşan Ortodoks toplum modern bir ulus-devlet için öyle bir garabet ki 1923’te, yani Yesari’nin tefrikası kıraathanelerde yüksek sesle okunup kahkahalarla dinlenirken, mülklerinin bekasını nüfusla oynamakta gören devlet insanları tarafından suyun öte yakasındaki Rumca konuşan Müslümanlarla ‘exchange’ edilmişler (yaşananlar, ‘mübadele’ deyince fazla inkılap-tarihselleşiveriyor). Hayfa ki Türkçe konuşmak vatandaş olmak için yetmemiş. Kim mi var imiş bugünkü Kayserililer yoğiken? Mesela Namık Kemal’in ‘Koca Gazeteci’ diye hitap ettiği, bir mektubunda “Kemal’e on beş günde bir mektup yazamayacak kadar da mı meşgulsün?” diye sorduğu, Mithat Cemal’e bakılırsa “Kemal’in, ağır şakalar yapacak kadar sevdiği Kayserili Rum münevveri”ni, Tavlasunlu Teodor Kasap’ı (1835-1897) bildiniz mi? O Teodor Kasap ki daha ziyade Osmanlı mizah basınının öncü yayınları ‘Diyojen’ ve ‘Hayal’le bilinir; önce Abdülhamit tarafından hapse attırılmış, hapishanede yazmayı öğrenmiş, sonra yine Abdülhamit tarafından saray kütüphanesine alınıp onun için polisiye romanlar çevirmiştir ve hiç şüphesiz, hayatı filmlere sığmazdır.

Karamanlıca konusu

Karamanlılar demişken, Türkçe konuşan Rum Ortodoksların, tıpkı Ermenilerin kendi harfleriyle yaptıkları gibi, Türkçeyi Yunan harfleriyle okuyup yazdıklarını da hatırlamakta iyilik güzellik var. Yunan harfli Türkçe metinlerden oluşan külliyat (içlerinde şiir de var çocuk dergisi de var rüya tabirleri derlemesi de var) genellikle Karamanlıca (Karamanlidika) olarak adlandırılıyor. Türkiye’nin gündemine ilk kez 1980’lerde Viyana doğumlu Alman Türkolog Robert Anhegger’in çabalarıyla giren Karamanlıca konusunda bugün şükür ki kıpırdanıyoruz: ‘Gerçi Rum isek de, Rumca Bilmez Türkçe Söyleriz: Karamanlılar ve Karamanlıca Edebiyat Üzerine Araştırmalar’ (Evangelia Balta, İş Bankası, 2014), ‘Anadolulu Hemşehrilerimiz: Karamanlılar ve Yunan Harfli Türkçe’ (Gazanfer İbar, İş Bankası, 2010) ve kısmen de olsa, aynı yazara ait ‘Şa Şa Şa’dan Çapkın Kız’a: Müstesna Yayınlar’ (Doğan Kitap, 2017), geçtiğimiz yıl yine İstos tarafından yayımlanan ‘Muhacirnâme: Karamanlı Muhacirler için Şiirin Sedası’ başlıklı çalışmalar en azından bir kısım Türkiyeli okuru bu ulus-devlete eza fenomenle tanıştırmış oldu. Anhegger, Vedat Günyol’la birlikte, Karamanlıca yayın dünyasının en kuvvetli kalemlerinden Kulalı Evengelinos Misailidis’in (1820-1890) ‘Temaşa-i Dünya ve Cefakâr ü Cefakeş’ (1871-1872) romanını ‘Seyreyle Dünyayı’ üst başlığıyla Latin harflerine aktarmış (1986) ve Yunan harfleri kullanılarak Türkçe yazılmış olan bu kitap, bir süreliğine de olsa, “ilk Türk(çe) roman(ı)” tartışmalarının konusu olmuştu. (Misailidis konusunda Şehnaz Şişmanoğlu Şimşek’in çalışmalarına bakmalı, kitabını beklemeli.) Kaderin cilvesine bakınız ki bir başka Avusturyalı Türkolog, Andreas Tietze, bundan beş yıl sonra, Ermeni harfleriyle Türkçe yazılmış olan ‘Akabi Hikâyesi’ni (1851) yayımlayarak en azından teknik anlamda bu tartışmaya son vermiş oldu. Şu Viyana doğumlu Almandillerin Türk’e ettiklerine bakın hele!

‘Bir Namus Meselesi’nin roman olduğunu söylemek teknik bakımdan güç. Sürprizli bir sona bağlanan çerçeve hikâyenin içinde birbirine gevşekçe bağlanmış tablolardan oluşuyor metin. Bu açıdan, daha ziyade yazıya geçirilmiş bir meddah hikâyesini andırıyor. Hikâyenin taşıyıcısı, Hacıoğlu Ağapiyadi ve Gara Eftimoğlu Petraki arasındaki husumet. Bir kadını; malı, mülkü, araziyi paylaşamamaktan kaynaklı bu upuzun husumet bir namus meselesine dönüşüyor ve kahramanlarımızı İstanbul’a kadar savuruyor. İşin içine komisyoncu kurnazlığı, ‘köyden indim şehire’ şaşkınlığı ve tüm bunları aktarırken kullanılan Karamanlı Türkçesi de eklenince tam oluyor. 

Bildik bir hikâye

O halde, günümüz okurunu tatmin edecek bir roman lezzeti beklememeli bu kitapçıktan. Öte yandan tuhaf bir çekiciliği de olduğu kesin. Her şeyden önce, ortalama bir Türkiyeli için fazla tanıdık bir hikâye bu. İster Seferoğulları’yla Tellioğulları arasındaki Yeşil Vadi tartışmasında kalmış olalım ister aynı kadına âşık ve bazı durumlarda aralarında akrabalık bağı da bulunan boylu poslu, kara kaşlı, az eklemli bol kaslı delikanlıların temsil ettiği ailelerin şirket, arazi, ev paylaşamaması üzerine kurulu ‘light Bollywood’ dizilerine meftun olalım, hepimiz bu hikâyeyi bir yerden biliyoruz. Üstelik işin içinde göç de var. Benlisoy giriş yazısında Türkiye’de 1930’lu ve 40’lı yıllardaki dublajlı film modasına, örneğin dönemin star dublajcısı Ferdi Tayfur’un “Amerikalı komedyen Eddie Cantor’u Kayserili pastırma tüccarı Yani Babanoğlu” olarak konuşturmasına, ilerleyen yıllarda Karamanlı tipinin Türkleşmesine, ancak buna rağmen Karamanlı ağzının “Kayserili göçmenleri hicvetmek için kullanılarak Türkçe mizahın önemli unsurlarından biri” olmaya devam etmesine dikkat çekiyor. Popüler kültürdeki bu temsilin altında yatan önemli bir olgu var elbette. 19. yüzyılda imparatorluğun liman kentlerinin geçirdiği “hızlı toplumsal ve iktisadi dönüşüm buralarda büyük bir insan gücü ihtiyacı” doğurmuş ve bu da bir iç göç dalgasını tetiklemiş. Bir zamanlar ‘kaba saba’ ve ‘görgüsüz’ Anadolulu Ortodoksları aşağılamak için kullanılan ‘Karamanlı’ ifadesi de ‘exchange’le Anadolu’dan gönderilen tüm Ortodokslar için kullanılır olmuş. Ulus-devlet, işine geldiği anda taşralı olanla olmayanı eşitleyivermiş.       

‘Bir Namus Meselesi’ hedef kitlesine o kadar tanıdık gelmiş olmalı ki tefrikanın dördüncü haftasında, bir dipnotta, hikâyesi anlatılan kişilerin ‘muhayyel’ oldukları, ‘manen hiçbir şahsın kast edilmediği’ vurgulanmış. Üstelik büyük şehirlere göçerek hem buradaki cemaatlere hem de emekçi sınıflara eklemlenen ve bir yandan memleketleriyle bu merkezler arasında köprü işlevi görürken bir yandan da görmemiş taşralılar olarak dışlanan bu göçmenler sadece Rum Ortodoks cemaatine özgü değildi. Diğer bir deyişle, bu hikâyenin Ermeni ya da Müslüman cemaatinde de karşılığı vardı. Nitekim Mahmut Yesari’nin tefrikasının yayımlandığı bu haftalık mizah mecmuasının özel olarak Karamanlılara hitap etmediği çok açık. Taşralı-İstanbullu çatışmasını işleyen Ermeni yazarları saymaya kalksak, sırf isimleri sıralamak için ayrı bir sayfaya ihtiyaç olur, öyle değil mi?

Bir not da yayınevi için: İstos güzel kitaplar yayımlıyor. ‘Bir Namus Meselesi’ de sadece konusu itibarıyla önemli değil. Okurla buluşma yılı (1923) ve biçimi (tefrika), Türkiye’deki edebiyat kanonunun zenginleştirilmesi adına ne de güzel bir adım! Türkiye’nin alengirli yakın tarihini daha iyi anlayabilmek için kitaplara olduğu kadar sü-
reli yayınların sayfalarında unutulup giden metinlere de bakmanın zamanı çoktan geldi.

Bir Namus Meselesi
Mahmut Yesari
Yayına Hazırlayan: Nükhet Eren
İstos Yayınları
128 sayfa.