KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

Baron Seropyanlı masallar

Ölümün kolayı yok. Sevdiklerini göremez, yaşayamaz olmanın katlanılır bir hali de. Zamanla geçen bir şey yok. Zaman kendi kendine geçerken, sen duramadığını fark edersin sadece. Devam etmen gerekir. Bu gereklilik çevredekiler “Toparladı bak kendini” diye yorumlar. Parçalanmışlığını, eksilmişliğini kamufle etmeyi öğrenmişsindir oysa. Hepsi bu kadar. 

Ölümün kolayı yok. Bazı ölümlerin ilave zorluğu var. Ölenle kaybettiğin sadece bir can değil, bir dünyaysa mesela. Ama tabii, şöyle düşünmek de mümkün; hayatta sana dünya olmuş kaç insan vardır ki… Önce varlıklarına, onlarla kesişen yollarına minnetle başlarsın hikâyene. Gülümseten bir acıyla.

Bana dünya olmuş iki insanı kaybettim şu hayatta. İkisini de aynı yerde, bu gazetede tanıyıp yitirerek. Biri Hrant Dink’ti, diğeri Sarkis Seropyan. Onlarla birlikte bir zaman ve mekân da örtüldü üzerime. Bana Karakaşlı diye seslenen kimse kalmadı. Cascavalak bir Karin olarak kaldım.

Geçenlerde arşiv tasnifi sırasında elime bir dosya tutuşturuldu. Kendi yazım… Her iki Baron tarafından bir ömür cebren ve hile ile Ermenice yazmaya zorlandığım dönemlerden kalma Ermenice köşe yazılarının taslakları. Üzerinden Baron Seropyan’ın kırmızı kalemle geçtiği o müsveddeler geldi yine beni buldu. Baron Seropyan atmadığından…

Eşyaların zulmünü iyi biliyorum artık. Verdiğin insanlar gidiyor, onlar küfür gibi kalıyor. Onların sana aldıklarına da pek el süremeden müzede gezinir gibi bakıyorsun uzun zaman.  

Havada yaz rehaveti. Baron Seropyan geniş balkonu hortumla bir güzel sulamış. Taşlardan anında serinlik yükseliyor. Her yıl birkaç kez yaptığım üzere ben de Kınalıada’nın tepelerindeki bu eve gelmişim. Canımı yakan, hırpalayan şehir denizin ötesinde sakin bir panorama şimdi. Bakıyorum şairin dediği gibi aziz olup olmadığından pek de emin olamadığım İstanbul’a.

Balkondaki, daha doğrusu bu ferahfeza taraçadaki salıncaklı kanepedeyim. Salıncak sallanırken demirler usul usul gıcırdıyor. Baron Seropyan sağımdaki masada oturmuş, bir tomar kâğıdın arasında çiziktiriyor her zamanki gibi. Güvendeyim.

O son olduğunu bilmediğim yaz, o kâğıt tomarları üzerinde, elinizde tuttuğunuz masalları tercüme ediyordu Sarkis Seropyan. Bense daha kaç yaz böyle yanında oturup salıncağımda sallanacağıma dair tuhaf bir özgüven içindeydim. İnsan, alışan bir varlık.

Sonra elimde o çevirileriyle tek başıma çalışırken buldum kendimi. Gidenler ve arkalarından hazırlanan kitaplar başlıklı oyunun yeni bir perdesinde. Çünkü bu gidenler hayat içerisinde kendi egolarının değil işin gücün, paylaşmanın derdindeydi hep. Sıra haklarını teslim etmeye geldiğinde hep çok geçti. Hep çok geç.

Ama kitap çıktı işte. Aşiq û Maşûq - Ermenice kaynaklardan Kürt-Ermeni aşk masalları’… Dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılmış üç unutulmaz masalı bulup derleyip çevirip sundu bize Baron Seropyan. Sert görünümünün ardındaki sevdadan ve insandan umut kesmemiş yüreğinin yeni bir eserini. Taşa toprağa, atalarına, kavimlere, inanışlara minnetini. O ruhu kavrayan Zeynep Özatalay’ın güzelim resimleriyle buluşarak. Çok şeyi, çok kişiyi yarım bırakarak…

19 Ocak denen lanet günün ertesi sabahı gazeteye gittiğimde Agos’a ilk anından itibaren emek vermiş Nuran kapının eşiğinden “Baron Seropyan’ın yanına git hemen” diye iteklemişti beni. Üzerinde tomar tomar kâğıt kitap, Anadolu’nun türlü yerlerinden toplanmış taş örnekleri, Hagop Ayvaz’ın ve daha nicelerinin hediyesi objelerle dolu açık hava müzesi kılıklı masasının başında taş gibi otururken buldum onu. Elleri masanın üzerinde, sanki nefes bile almadan öylece duruyordu. Her günkü kazaklı, bol cepli avcı yelekli halinden de eser yoktu. Siyah matem kravatını takmıştı, kostüm giymişti Baron. Yol yordam, edep adap bilmeyenler dünyasında vakarın cisimleşmiş haliydi.

Ne yapacağımı bilemedim. Bir şey de diyemedim. Sadece elimi uzattım usulca. Elimi sırtına koymamla birlikte sarsıldı ve masaya yığılıp katıla katıla ağlamaya başladı. O güne kadar onu hiç ağlarken görmemiştim. Daha sonra da görmedim. Üzerine kapandım, örttüm onu.

Bir ertesi gün daha geçti sonra, insanların takvimine göre 2007’nin üçüncü Pazarındaydık. Hiçbir yere sığdırmadığım bir öfke vardı içimde. Baron Seropyan’ı arayıp gazeteden birkaç emanet almak istediğimi söyledim. Eşyalarla derdim o gün başlamıştı.

İçeri girerken öten alarma, ofisi arayan polislere ateş saçarak hırsla diğer Baron’un odasına girdim. O yoksa, verdiklerimin durmasının anlamı neydi. Rastgele toplamaya başladım minik hediyeleri. Baron Seropyan bir köşede durmuş hırsla ordan oraya koşturmamı seyrediyordu. Sonunda bir an geldi, durdum. Odada koca boşluklar olmuştu. Elimdeki poşete tıkıştırdıklarım da anlamsızca ağırdı. Göz göze geldik. Boş ver bırak Karakaşlı, dedi. Diğer Baron’un Siktir et Karakaşlı, demesi gibi, dedi. Hepsini yerine koydum. Dünyanın en saçma şeyini, Çarşamba sabahlamalarının kamu malı eprimiş battaniyesini alıp çıktım. Elimde battaniye, omzumda Baron Seropyan’ın eliyle Osmanbey’den Pangaltı’na dünyanın sonuna yürür gibi yürüdük. 

Garip bir batıl inancım vardı, her batıl inanç gibi temelsizliğinde sağlam; anamın babamın cenazesinde onlar yanımda olacaktı. Onlar gitti, ben benimkilere bakakaldım. 

Yanımda başka kimsenin de hayalini kurmadım.