OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

İç fetih ve muhalefetin paradoksu

Türkiye, tarihinde kritik bir dönüm noktası olduğu şimdiden belli olan başkanlık referandumunu geride bıraktı. Birçokları tarafından tahmin edildiği gibi, evet-hayır oranları birbirine çok yakın çıktı. Şimdi de, haklı olarak, bu kadar az bir farkla bu kadar köklü değişiklikler yapmanın ne kadar doğru olduğu sorgulanıyor. Kaldı ki, bu referandum ciddi ihlal ve yolsuzluk şaibeleriyle sakatlanmış durumda. O kadar ki, meşruiyeti tartışmaya açık. “AKP, şimdiye kadar kazandığı bütün seçimleri hileyle, makarnayla, şunla bunla kazandı” demek, siyasetin ve sosyolojinin inkârıdır, analiz değil duygusal bir dışavurumdur. Fakat, bu son referandum gerek öncesiyle, gerek referandum günü yapılan ve ayyuka çıkan çok sayıda yolsuzluk görüntüsüyle, demokrasi açısından kara bir lekedir. Demokrasilerde, sandığa olan güven, siyasetin sacayaklarından biridir. Başka bir deyişle, sandıktan çıkacak sonucun halkın genelinde kabul görmesi, demokrasinin stabil olması için elzemdir. Sandığa olan güven bir kere sarsılırsa, kitleler çözümleri başka yol ve yöntemlerde aramaya girişirler.  

Referandumu demokrasi açısından sakat hale getiren en önemli unsurlardan biri, tabii ki, Kürt illerinde iki senedir yaşanan durumdur. Bölge insanı, âdeta kafasına silah dayalı şekilde oy verdi. Mahalleler haritadan silindi. Bölgede ‘hayır’ kampanyasını yürütecek en önemli siyasi örgüt olan HDP’ye karşı âdeta bir sürek avı yürütüldü. (Burada CHP’nin dokunulmazlıkların kaldırılması konusundaki gafletini bir kere daha anmadan geçemeyeceğim. CHP’li yöneticiler, akıllarınca kendi oy tabanlarına hitap edebilecek en kuvvetli parti ve liderlerini AKP rejimi marifetiyle bertaraf etme, böylece müzmin ana muhalefet konumlarını korumayı hesapladılar. Ama ne oldu, HDP ve Demirtaş zayıflatılınca bunun etkisi referandumda ‘hayır’ cephesinin zayıflaması oldu. CHP, böylece hem kendisinin hem demokrasinin ayağına kurşun sıktı. HDP’ye olan bakışını ve yaklaşımını değiştirmediği sürece de sıkmaya devam edecek. Ama beyhude konuşuyorum. CHP, Türkçü ve devletçi bir partidir, muhayyilesinin sınırları da bunlardan ibarettir.) Dolayısıyla, bölgedeki oy dağılımını ve kaymasını analiz ederken bütün bunlar yokmuş gibi konuşmak, en hafif tabirle insafsızlıktır. Hem, neden ‘Türkler’in bir kolektif aktör olarak ‘Kürtler’e bir açıklama borçları olmuyor da, bir homojen entiteymiş gibi görülen ‘Kürtler’in ‘Türkler’e açıklama borçları oluyor? Türklerin siyaset ve ideoloji yelpazesinde dağılmış olması meşru da, Kürtlerin siyasi yelpazesi niye meşru değil? 

Referandumu sakatlayan ikinci bir durum da, YSK’nın o gün aldığı mühürsüz zarfları geçerli sayma kararı. Gerçi, karar diyoruz ama ortada usülüne göre alınmış bir karar da yok. Bir noktanın altını çizelim: YSK’nın bu kararı ‘şaibe’ falan değildir. Şaibe, belirsizliğin olduğu yerde olur. Bu karar net bir biçimde yasaya da, mantığa da aykırı. Bu açıklık, onu şaibe olmaktan çok hukuk skandalı haline sokuyor. Peki, buna karşı ne yapılabilir? YSK kararları herhangi bir üst merci tarafından denetlenip değiştirilemiyor. CHP, referandumun iptali için YSK’ya başvurdu; AYM’ye gideceği de söyleniyor ama bunlardan bir sonuç çıkacağını kimse beklemiyor herhalde. Bu durum, bütün kesim ve kurumlarıyla Türkiye muhalefetinin içinde debelendiği genel bir paradoksa da işaret ediyor. Şöyle ki, AKP ve Erdoğan, demokrasilerde muhalefetin kararları ve gidişatı etkilemesini mümkün kılan bütün siyasi ve hukuki mekanizma, kurum ve süreçleri ele geçirmiş veya tıkamış durumda. Yapacağını yapıyor, “İşinize gelirse” diyor. Bu referandumdan sonra Erdoğan’ın, lapsusuna bereket, pek isabetle söylediği gibi, “Atı alan Üsküdar’ı geçiyor.” Geriye, muhalefet için tek alternatif olarak sokak kalıyor. Fakat paradoks da orada başlıyor, çünkü –her kesimden– muhalefet sokağa çıktığı zaman birkaç önemli, hatta hayati risk ortaya çıkıyor. Birincisi, farklı ideoloji ve kültür kamplarının sokakta karşı karşıya gelmesi ki bu gibi bir durumda olayların nereye evrileceği, kim için ne sonuç vereceği belirsizdir, yani çok daha derin bir istikrarsızlık ve kaos ihtimali demektir. İkincisi, muhalefetin sokağa çıkması gene Erdoğan’ın kurduğu oyuna yarayabilir, çünkü böylece, muhalefete gayrimeşru muamelesi yapması ülkenin diğer yarısının gözünde daha kolay olacak. Onları ‘demokrasinin sonuçlarını kabul etmeyen oyunbozanlar’ gibi göstererek, “Bunlar terörist, bunlar çapulcu” diyerek, doğrudan cebir ve şiddet yöntemleriyle ezmesi kolaylaşacak. Hem kendi kitlesini muhalefetin sokak gösterilerini kullanarak konsolide edecek, hem de muhafazakâr cenahtan olup da gidişattan memnun olmayanları ‘dinsiz’ muhalefetle işbirliğiyle ‘suçlayıp’ bastıracak, en azından geri durmalarını sağlayacak. Böylece muhalefet için paradoksal iki seçenek olduğu ortaya çıkıyor: Ya etkisizleştirilmiş süreçler ve kurumlar nezdinde itirazlarını sürdürüp görüntüyü kurtaracak ama otoriterleşmeye set çekemeyerek, kurulan rejime razı gelecek, ya da sokağa çıkarak daha büyük bir kaos ihtimalini göze alacak ve Erdoğan’a muhalefeti nihai biçimde ezme fırsatı verecek. Doğrusu, bir mucize olmaz, kurumlar ve mekanizmalar demokratik ve hukuk zemininde işlemeye başlamaz veya Erdoğan tavır değişikliğine gitmezse, bu paradokstan çıkmanın ivedi bir yolunu göremiyorum. Gelin görün ki, Türkiye’nin geleceğini bu paradoks ve ondan çıkış yolları belirleyecek. 

Yukarıda özetlediğimiz paradoks, Erdoğan için, her durumda kazananın kendisi olduğu tam bir kazan-kazan durumu ama ülke büyük bir kaosun içine atılacak. Söylediği gibi milletini gerçekten seven, sorumluluk sahibi bir siyasetçi ve devlet adamı, referandum sonuçlarına bakarak, bazı dengeleri zorlamaması gerektiğini anlar. Oysa, Erdoğan’ın referandum sonrası söyledikleri ve bilindik üslubunu tekrar etmesi, aklındaki uygulamaktan bir gıdım bile geri durmayacağına işaret ediyor, çünkü Erdoğan’ın kafasında seçimler veya referandum, gerekli yüzdenin tutturulmasından ibaret, ‘teknik’ bir mesele, bir bilgisayar oyununda geçilmesi gereken bir ‘level’ gibi, geçersin ve biter, bir dahaki seçime kadar. Zaten, “milletim” dendiğinde de kastedilen, ülkede yaşayan herkes değil. Kendi gibi düşünmeyen ve yaşamayanlar millete dahil değil, onlar zapturapt altına alınması gereken bir kitle. Buradan bakınca, Erdoğan ve onun ideolojik kampının bir ‘iç fetih’ mantığıyla hareket ettiği söylenebilir. ‘Dar-ül Harb’in bir coğrafya olmaktan ziyade bir halk kitlesi olduğu anlayış... Nasıl Dar-ül Harp fethedilmesi gereken ve müstakbel Dar-ül İslam ise, bu kitle de fethedilmesi gereken bir ‘şey’. Aynı ideolojik kampın fetva makamı olan Hayrettin Karaman’ın, ‘hayır’ oyu vereceklere ‘zimmi’ benzetmesi yapması tesadüf değil, bu anlayışın bir sonucu.