YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

24 Nisan hissiyatı

Ermeni Soykırımı’nı andığımız gün olan 24 Nisan, kaçınılmaz olarak öncesi ve sonrasıyla bir hissiyat bütünü olarak geçiyor. Kişisel olarak şunu söyleyebilirim ki, bunu, bu topraklarda bu trajediyi yaşamış bir halkın torunu olarak başka, gazeteci olarak ise başka bir düzeyde yaşıyor insan. Gazeteci olarak elbette öncesine damga vuran durum şu oluyor: Anmalar kazasız belasız yapılacak mı, hükümet ve yetkililer birilerine yine sert perdeden çıkışlar yapacak mı, taziye mesajı yayımlanacak mı, yayımlanacaksa tonu nasıl olacak, ABD Başkanı ne diyecek, genel olarak nasıl bir hissiyat içinde geçecek, milliyetçi çevreler ne diyecek vs. Bütün bunlar arasında kişisel olana pek yer kalmasa da şu soru da zihnimi, zihnimizi kurcalar: Peki ben o gün ne yapmak, ölenleri nasıl anmak isterim?

Bu sonuncu soruyla başlayalım mesela. Kaç yıldır kafamda dolanır durur. Bir anıtımız olsa, sabah isteyen gidip oraya bir demet çiçek bıraksa, sonrasında da isteyen kiliseye gitse, isteyen o günü başka bir hissiyat içinde geçirse... İsteyen ya da öyle hisseden işe gitmese mesela. Bir şirkette çalışıyorsa, o gün işe gitmemesi mümkün olsa. Dükkânı olanın o gün dükkânını açmaması normal karşılansa. Açmak isteyen de açsa. Bunların dışında da, isteyen gün içinde organize edilen diğer anma törenlerine katılsa. Diyecekseniz ki, sen neden bahsediyorsun? Bu memlekette söyle bir şey mümkün mü?

102 yıllık inkâr bizi buralara sürüklemiş durumda işte. Normal olanı, ya da normale en yakın olanı yapmayı geçtim, düşünmekten bile o kadar uzağız ki... Bu ‘normal olanı bile düşünememe’ meselesi, nasıl bir dünyada yaşadığımızın en net tarifi belki de. Bir yandan da, şunu ister istemez düşünüyor insan: Bir anıt olduğunu farz edelim. O anıt nerede olacak, nasıl yerinde duracak, o gün kazasız belasız bir anma nasıl yapılacak? İlk akla gelen, bu sorular zaten; düşünemiyişimizin sebebi de bu.

Ancak bu düşünememe meselesi üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Neden bu atmosfer içindeyiz? Yanıtı çok açık: Yıllar, yıllar süren, bu meseleden Ermenileri sorumlu tutma politikası yüzünden. Belki de dünya üzerinde en uzun süren inkâr yüzünden. İnkâr sürdükçe, Ermeniler aslında yaslarını tutamıyor. Bu gerçeğin bir kez daha altını çizmemiz gerekir.

Bütün bu tablo içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gelen taziye mesajına bir kez daha bakma ihtiyacı duyuyorum. Şöyle başlıyor mesaj: “Birinci Dünya Savaşı’nın zor şartlarında hayatını kaybeden Osmanlı Ermenilerini bu yıl da saygıyla anıyor, torunlarına taziyelerimi sunuyorum.”

Mesajın kalan kısmını okuyamadan şunu düşünüyor insan: Bir dünya savaşının zor şartlarında hayatlarını kaybetmiş insanlar mıyız biz, yani Osmanlı Ermenileri? Ne olmuştu da ölmüştü Osmanlı Ermenileri? Sel ya da yangın mı olmuştu, sadece Ermenilerin yaşadığı bölgeleri etkileyen? Fırtına? Deprem? Ya da savaş şartları içinde bir talihsizlik sonucu mu ölmüştü Ermeniler?

Duyar gibiyim şimdi. AKP çevreleri, muhtemelen, ‘şu mesaja bile’ eleştiriyle yaklaşmam karşısında sinirleniyor, “Ya, taziye diledik işte, daha ne yapalım?” diyorlardır. Şunu da hesaba katmak gerekir elbette: Koca bir Cumhuriyet tarihiyle karşılaştırıldığında, bu da bir adımdır. Böyle bir mesaja yeltenmeyenler bile var. Tamam, MHP’yi anladık da, CHP’nin sessizliğini nasıl anlamalı, mesela? Yanıtı biliyoruz ama yine de bu soruları sormakta fayda var.

O kritik soruya dönelim yine de. Ne oldu Osmanlı Ermenilerine? Neden öldüler? Bu soruya yanıt vermeye başladığımız anda konuya girmiş olacağız.

Osmanlı Ermenileri (bu tanımlamaya da az sonra geleceğiz) İttihat ve Terakki’nin planlı bir operasyonu çerçevesinde, bilinçli olarak öldürüldüler. O zamanın iktidarı, Anadolu coğrafyasının Ermenilerden arındırılması gerektiğini düşünüyordu. Savaş onlara bu imkânı verdi. Ve planlarını uygulamaya koydular. Bu uğursuz plan nihayete erdiğinde, Ermeniler binlerce yıldır yaşadıkları Anadolu topraklarından, deyim yerindeyse kazınmışlardı. Kâh katledilerek, kâh sürgün edilerek, kâh İslamlaştırılarak, ya da çaresiz biçimde Müslümanlaşarak. Bu katliama bunun için ‘soykırım’ deniyor, anlaması zor değil. Zira 1915’ten birkaç on yıl sonra Türkiye’deki Ermenilerin sayısı 60 binlere inmiş, Anadolu’daki binlerce kilise, manastır, okul sahipsiz kalmış, binalar çürümeye terk edilmişti. Gazetemizin bu haftaki sayısında yer verdiğimiz, İttihat Terakki’nin önemli isimlerinden Bahaettin Şakir’in El-Aziz Valisi’ne gönderdiği telgraf, bütün bu safahatı özetler nitelikte.

İnkâr edilen ya da “Savaşın zor şartlarında öldüler” denen Ermeniler, bunlardır. Osmanlı Ermenilerinden ziyade, bu topraklarda binlerce yıl yaşamış ve her şeye rağmen hâlâ yaşamaya devam eden Ermenilerdir.

İşte bütün bu tablo içinde, biz, Ermeniler, her 24 Nisan’da “Bu yıl nasıl geçecek acaba?” diye düşünür dururuz. Kimimiz dertlenir, kimimiz organize edilen anmalara katılmak için elinden geleni yapar, kimimiz 24 Nisan için yapılan ayinlere bile gitmekten çekinir, kimimiz “Bir anıt olsa, bir demet çiçek bıraksak” diye düşüncelere dalar, kimimiz de Erdoğan’ın, Trump’ın ne diyeceğini gözler.

Bütün bunları yaparız ama hâlâ doğru dürüst bir yas tutamayız. 102 yıl sonra bile dedelerinin, ninelerinin yasını tutamayan kaç halk vardır acaba? Bir halkın böyle bir hissiyat içinde dolanıp durmasının apayrı bir korkunçluğu yok mudur sizce?

Budur 24 Nisan hissiyatımız. Arz ederim.