VİCKEN CHETERİAN

Vicken Cheterian

“Çözüm İslam!” – yoksa değil mi?

Bir kuşak önce, 70’li ve 80’li yıllarda, yükselen güçlere karşı tüm Ortadoğu’da kullanılan bir slogan vardı: “Çözüm İslam!” Milliyetçi devletlerin hayal kırıklığına uğrattığı yeni bir aktivist kuşağı, yerleşik düzene meydan okuyan radikal İslamcı saflara katılıyordu. Arap milliyetçiliğinin zalimliği ve polis devletine, Kemalist Türkiye’ye, İran şahına, bu yapıların yolsuzluklarına, toplumsal adalet yoksunluğuna ve bir zamanların işgalci kuvvetleri olan yabancı güçlere bağımlılığına karşı çıkıyorlardı. Bu militanca İslam Ortadoğu’da Filistin’i özgürleştirmeyi vadediyordu; milliyetçiler de bu sözü vermiş fakat yerine getirememişti. 

Bu yeni militan kuşağa “İslamcı Köktendinciler” deniyordu. Batı uygarlığından etkilenmiş, devlet okullarında okumuş, idare sanatı ve bilimini öğrenmiş, büyük ordular içinde mobilize olmuş ve sanayi ürünleri tüketmiş alt-orta sınıfı temsil ediyorlardı. Ne var ki bu kesim, modernitenin meyvelerinin tadını çıkaramamıştı: kitlesel işsizlikten, geleneksel yaşam tarzının kaybolmasından ve bilhassa da siyasi katılım eksikliğinden mustariplerdi. Demokrasinin yasak olduğu ve polis devleti tarafından bastırıldığı toplumlarda “demokrasiye” karşı çıkıyorlardı. 

Yüzyıllar boyunca İslam birleştirici bir güç oldu. İslam’ın Arap kabilelerini birleştirip tarihteki en büyük imparatorluklardan birini tesis ettiği Hz. Muhammed’in döneminden beri İslam, kabileleri, etnik grupları ve aynı imparatorluk içindeki kıtaları birleştirmeye hizmet etti: İster Samaniler, ister Osmanlılar ister de Kaçar hanedanı olsun, İslam bir imparatorluk kurmanın temeli oldu. İran’dan Mısır’a kadar yankılanan bir diğer slogan da “Ne doğu ne batı İslam cumhuriyeti”ydi. Bu slogan aynı anda hem milliyetçi devletleri hem geleneksel monarşileri hem de emperyal güçleri korkutuyordu.

Siyasal İslam’dan etkilenen bir kuşak, siyasi iktidarı ele geçirmeyi başardı. İran’da 1979 yılında bir halk devrimiyle iktidara geldiler. Afganistan’da yükselense Sovyet işgaline karşı direniş ve Kabil’in önce mücahitler sonra da Taliban tarafından işgal edilmesinin ardından doğan yerel bir komünizm ideolojisiydi. Lübnan’da İran tarafından desteklenen köktendinci İslamcılar, İsrail’i güneydeki işgali bitirmeye zorladı. Türkiye’de 2002 yılında seçimleri kazanan modernist İslamcı bir parti, 15 yıldır iktidarda. Suriye, Irak, Yemen ve Libya’da çeşitli İslamcı gruplar ülkelerinin belli bölgelerini yönetmeye başladı. İran ve Türkiye’de kaynakların alt sınıflar arasında yeniden paylaştırılmasında kilit bir rol oynayarak bu toplumsal kesimlerden aldıkları desteği sağlamlaştırdılar. 

İslamcı gruplar iktidara geldikleri her yerde iki uygulamayı hayata geçirdiler: alkolü yasaklamak ve kadınlara baskı uygulamak. Yaşam tarzları Batılılaşır ve daha çok kadın eğitim alıp ekonomik hayatta yer bulmaya başlarken, bu türden uygulamalar dogmatiktir ve toplumsal gerçeklerle örtüşmez. Eninde sonunda başarısız olmaya mahkumdurlar. 

Siyasal İslam ayrıca ümmeti, veya başka bir deyişle yanlış bir şekilde tanımlanmış “milleti” birleştirme vaadini de yerine getiremedi. En çarpıcı ve sancılı başarısızlıksa, temel bir adalet ve yönetim kavramı getirememek oldu. Ortadoğu, kadim halklarını kaybederek, daha önce hiç olmadığı kadar tektip bir coğrafya haline geldi: Siyasete, ekonomiye ve bölgenin kültürüne katkıda bulunmuş olan Ermeniler, Rumlar, Süryani-Keldaniler, Yahudiler, Zerdüştler, Ezidiler ve diğerleri bertaraf edilip dışlandı. 

Milliyetçilerin yönetimi altında başlayan bu tektipleşme istikrar getirmedi. Bugün köktendinci İslam, köktendinci İslam’la savaş halinde. Mesela Suriye’yi düşünün: Esad hanedanına karşı başlatılan isyan, selefi-cihatçi öğelerin de yer aldığı çeşitli köktendinci İslamcı gruplar tarafından yürütülüyor. Öte yandan Şii öğeler barındıran çeşitli köktendinci İslamcılar da Esad hanedanının Baas rejimini savunmak için çarpışıyor. Bir de şu var: Selefi-İslamcı gruplar, yıllardır birbiriyle savaşıyor. Buna verilebilecek en iyi örnek, Suriye, Irak, Afganistan ve çeşitli yerlerde süren El-Kaide ve IŞİD arasındaki savaş. Bu satırları yazarken Suriye’nin başkentinin doğusunda kırsal bir bölge olan Doğu Guta’da, dördüncü kere yoğun bir savaş yaşanıyor: ‘İslam Ordusu’ yerel El-Kaide güçlerine ve başka bir köktendinci milis gücü olan Feylak El-Rahman’a saldırırken, bölge Suriye ordusu ile müttefiklerinin kuşatması altında. 

Ne var ki siyasal İslam’ın en büyük başarısızlığı Türkiye’de yaşanıyor. Modernist İslamcı AKP’nin 2002 yılında iktidar gelmesi, yeni bir siyasal İslam ve demokratik yönetim sentezi yaratılacağı vaadiyle büyük umutlar doğurmuştu. Ekonomik olarak en gelişmiş Müslüman ülke olan Türkiye, yeni bir “üçüncü yol” sunabilirdi: İslam ve demokrasinin uyumlu olabileceğini, İslam’ın milliyetçi çatışmaların üstesinden gelebileceğini gösterebilir ve tüm yurttaşlarına bir hukuk devleti sağlayabilirdi. Fakat Erdoğan yönetimindeki AKP Türkiyesi Türk-Kürt çatışmasını sonlandırmayı başaramadı; hatta bu çatışmayı siyasi çıkar sağlamak amacıyla kullanmaya devam etti. Türkiye, hem komşuları Irak ve Suriye’deki, hem de yurtiçindeki İslam savaşını destekliyor. Türkiyeli yöneticilerin en büyük düşmanının eski İslamcı müttefikleri Fetullah Gülen olması içler acısı bir manzara. Geçenlerde yapılan referandum, güçler ayrılığının esas alındığı bir yönetime dair tüm umutları da bitirdi; tüm siyasi yetki, tek bir kişiye verildi. 

Bir yandan şöyle bir tartışma da var: Sorun İslam mı, yoksa Ortadoğu’yu kasıp kavuran temel sosyoekonomik sorunlar mı? Mevcut sorunların pek çoğunun uzun süredir var olduğu doğru; monarşik, milliyetçi ve sosyalist yönetimlerde de bu sorunlar vardı. Ne var ki onlarca yıldır süren İslamcı çalkantı hiçbir sorunu çözemediği gibi, mevcut bölünmeyi derinleştirdi ve siyasi şiddeti artırdı. Bugün siyasal İslam’ın sorunun bir parçası olduğuna şüphe yok ve çözüm de ancak temel ilkelerinin radikal bir şekilde gözden geçirilmesiyle sağlanabilir.