Yeniden, mahremiyet ve utanç

KEREM GÖRKEM

Edebi türler içinde günlük ve mektuplar diğerlerinden keskin biçimde ayrışan, kıymetlerini de bu ayrışmayla pekiştiren metinlerdir. Pekâlâ, başta şiirin, öykünün ve romanın, günlük ve mektupları kıymetli kılan o ‘şeylerden’ muaf olduğunu söylemek abes kaçacaktır. O şeylerden zihinde ilk canlananı, şüphe yok, tıpkı ardını olduğu gibi gösteren bir tül perde gibi, yalnızca savunma görevlerini ‘kâğıt üzerinde’ yerine getiren kelimelerle korunuyor görünmeleridir. Şiiri dışarda tutarak konuşalım, özellikle öykü ve romanda adı geçen ‘savunma görevini’ kurgunun sırtına yükleyip tül perdenin üzerine güneşliği çekmek, geçmişten bugüne yazarların yapageldiği bir öz savunma biçimi olarak göze çarpar. Yayınlanan kitapların ardından çokça duyduğumuz ve bir noktadan sonra kulaklarımızın aradığı ‘gerçeklik payı’ tartışmaları, işte o güneşliğin ‘nasıl’ ya da ‘ne raddede’ çekildiği sorusunun yanıtında vücut bulur. Buradan hareketle şunun altını rahatlıkla çizebiliriz ki, otobiyografi, bir yazarın gönlü razı ya da utanır biçimde, ama mutlak suretle, yazmış ve yazacak olduğu, ondan kaçışın handiyse olanaksız olduğu bir türdür. 

‘İnsan işi’

Daha önce bir mektuplaşma, bir de günlük değerlendirmesi yayımlamıştım – onlara tanıtım ya da eleştiri demek doğru değil. Zira tanıtılan ya da eleştirilenin ‘insan işi’ olma durumu, ‘yazar işi’ oluşundan ağır bastığında, tanıtan ya da eleştiren kişi kalemini ister istemez bir küstahlığa oynatmış oluyor. Belki de, görüş demek daha doğru. Tül perdenin ve güneşliğin makinaya atıldığı bir evi gözlemek olsa olsa bir görüşle anlam kazanacak, küstahlıktan sıyrılacak bir eylem olabilir. Diyeceğim, o metinlerden 2014 sonbaharında yazılanı, Ferit Edgü ve Tezer Özlü’nün ‘Her Şeyin Sonundayım’ başlığıyla kitaplaşan mektuplarını ‘görüyordu’. Ben o yazıma, “En çok ve en uzun mektupların mahremiyetine inandım” diyerek başlamış; Edgü ve Özlü’den af dileyip “En çok ve en uzun sizden utandım” diyerek bitirmiştim. Şimdi de, tıpkı o günkü inanç ve utancı, sıcak bir bahar öğlesinde sırtımdan atamadığım ceket gibi taşıdığımı itiraf etmeliyim.

‘Özyurdunda Yabancı Olmak’, toy yıllarında Beyoğlu’ndaki Fransız Büyükelçiliği’ndeki bir kursta başlayan tanışıklıkları bugün hala devam eden Türkçe edebiyatın iki önemli yazarının, Ferit Edgü ve Demir Özlü’nün 1962-2008 yılları arasındaki uzunlu kısalı yüz otuz dokuz karşılıklı mektubunun derlendiği bir kitap. Mektuplar için, her ne kadar pervasız bir çaba da olsa, bir çerçeve çizecek olursak, Demir Özlü’nün sürgünü, ikilinin edebiyat yaşamı, Türkiye toplumunun aydınla kurduğu kusurlu ilişki, iç sıkıntıları, kalem oynatılamayan günler ve haftaların pişmanlık ve sonraları müreffehliği, Berlin buluşmaları, ölümler, ölememekler ve daha çok şey çıkacak karşımıza. Özlü, önsöz niyetine yazdığı metinde dostunun da kendinin de erken yaşta öleceklerini sandıklarını, bu yüzden ellerinden geldiğince okuduklarını söylüyor. Her iki yazarın da dil ve düşünce biçimine yepyeni yollar açmış bu okumalar, mektupların sürekli konularından bir diğeri. İnsanoğlunun metinle kurduğu o yüce ilişkiyi başından sonuna yaşamayı deneyimlemeyi denemekle kalmamış, bizzat ve defa kez “birlikte” yaşamış Edgü ve Özlü. Sanki bin bir elekten geçirilmişçesine köşelerinden, iri ve biçimsiz türdeşlerinden ayrılmış cümlelerin bir araya getirilerek yeniden üretildiği anıları takip etmek, metinleri farklı noktalardan seyreden okurların tekmilini birden tatmin etmekte hiç de zorlanmıyor. Demir Özlü Stockholm’de üzerine gece gibi çöken kışın, dostunu Beylerbeyi’nde de üşütüyor olmasını Ocak 1987 tarihli mektubunda anlatıyor:

“Ferit’ciğim, Akademi’nin koridorlarında kızlarla köşe kapmaca oynarken otuz yıl sonra bizi bunca kötümser yapan ne ola ki? Gene de yaşamaya inanalım. Gözlerinden öperek, D.Ö.”

Bu toplum…

Bu mektuplaşmaların, ikilinin edebiyatçı kimliklerinin izini sürmenin yanında, mektupların yazıldığı her bir döneme ilişkin Türkiye toplumu ve siyaseti, Avrupa, yayıncılık camiası ve kentlerden kalma ipuçlarını izlemeye imkân vermesi meraklı okur için erişilmesi kıymetli bir hazine. Ferit Edgü, Mart 1987 tarihli mektubunda toplumun aydınla bir meselesi olmadığını, yalnız yönetimin bundan sorumlu tutulabileceğini yazıyor: “Bu toplum ne bizleri istiyordu, ne de istemiyordu.” Nisan 1985 tarihli bir diğer mektubunda, öyküsünün yayımlandığı dergide uğradığı tahribattan dem vuruyor: “Onlara dalga geçen bir kart yolladım. Ne yapabilirdim? Doğan Hızlan ‘tecahülü ârifane’den gelecektir. Osmanlı ne de olsa.”

Dilerim mektuplar üzerine daha çok şey yazılsın, yazılsın ki mahcubiyetimi bölerek azaltabileyim… 

Özyurdunda Yabancı Olmak
Demir Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları
Sel Yayıncılık
248 sayfa.