Pembe panzer

MURAT CANKARA

Woody Allen’ın ‘Hannah and Her Sisters’ (Hannah ve Kızkardeşleri-1986) filmindeki hipokondriak karakter Mickey (elbette Allen’ın kendisi tarafından canlandırılmaktadır), beyninde tümör olabileceğini öğrendikten sonra, kaldırımda kendi kendine şunları söyleyerek yürür: “Sana hiçbir şey olmayacak. New York’un göbeğindesin. Bu senin şehrin. Dört bir yanın insanlarla, trafik ve restoranlarla çevrilmiş. Tanrım, günün birinde nasıl öylece ortadan kaybolabilirsin? Sakinleş, iyi olacaksın!” New York’un Woody’i daha ne kadar kollayacağı bir yana, insan-mekân ilişkisine dair duyduğum en kafa karıştırıcı sorulardan biriydi bu. Ben meseleyi daha ziyade bir orta yaş krizi atağının sonunda keşfetmiş, ömrünü şehirlere üleştirmiş birisi olarak (şehrin -e hali), öleceğimi anlasam bunlardan hangisinin hangi sokağında ölmeye yatacağımı (şehrin -de hali) kendime sormuş ve işin içinden kendimce sıyrılmaya çalışmıştım. Adalet Ağaoğlu’nun (Allah uzun ömür versin) bir de ‘Ölmeye Oturmak’ yazmayı planladığını sandığım ve asla bitmeyecekmiş yanılsaması yaratan bir zamanda kendi ölümüne yer beğenmek saçma olur. O halde, kitaplara döneyim. Güzel çevirilmiş/yazılmış, birbirine (biraz da doğal sebeplerle) doğrudan referans vermeyen -ama yine de aynı konuyu, mekânı, farklı ölçek ve bağlamlarda, birbirinden apayrı amaç ve biçimlerle de olsa- kurcalayan 3 kitap: ‘Paris Köylüsü’ (Louis Aragon), ‘Mekân Feşmekân’ (Georges Perec), ‘Yıkarak Yapmak: Anarşist Bir Mimarlık Kuramı için Altlık’ (Uğur Tanyeli). 

Tanyeli’nin çabası

Tanyeli’nin başlığı sakın yanıltmasın: Kitap yalnızca mimarlara hitap etmiyor. Hatta onların önemli bir bölümünü kızdırması da umulmuş/umulur. Tarihyazımının sorunlarıyla, Osmanlı-Türk modernleşmesiyle, edebiyat ve sanat tarihiyle, kültürel alışveriş kavramıyla, modern Avrupa’nın siyasi-toplumsal tarihiyle, oryantalizm ve oksidentalizmle ilgilenenler; kamusal alan, mekân, sokak, şehir planlaması, dönüşümü (yıkımı dahil) üzerine kafa yoranlar lezzetli parçalar bulacak bu hacimli çalışmada. Lezzetliden kasıt: Güzel yazılmış (uzun süredir bu kadar hatasız bir metin okumamıştım), anlaşılır, en basite kaçtığını düşündüren yerlerde bile düşünceyi çatallandırmaya gayret eden, bol edebiyatlı (Puşkin ve Dostoyevski üzerine kurulmuş bir alt bölüm bile var), hafif acı (sözcüğün iki anlamıyla da dolmuş, Tanyeli; mimarlara, mimarlık eğitimine, güncel siyasete, muhafazakârlığın çelişkilerine, tarihyazımının körlüklerine, kentsel dönüşüm vaizlerine, kenti planlama iddiasında olanlara, bir kentin hafızasından söz edebilenlere, tasarlayan özne fetişizmine, metropolün metropollüğünden şikayet edip onu köye döndürmeye çalışanlara tatlı tatlı sinirleniyor, iyi ki de öyle yapıyor.) Bana sorarsanız bunu da ancak onun gibi, mimarlık yapmamayı tercih ederek (Bartleby’e buradan selam olsun) kendisini mesleğin tarihine ve eğitimine adamış bir mimar yapabilirdi.    

‘Yıkarak Yapmak’ (demişken buradan Faust’a ve Adnan Menderes’e de selam olsun), bu temalar etrafında dönen 3 ana bölüm ve –yer yer örtüşen, birbirinin içine geçen, birbirinden çıkan– toplam 17 alt bölümden oluşuyor. İlla bir eksen belirlemem gerekirse, kitabı mimarlık mesleğinin ve tarihyazımının eleştirel bir okuması olarak görebilirim. Diğer bir deyişle, Tanyeli, mimarlık tarihini yeniden okuyarak mesleğin icadını, mitlerini, eğitimini, teknik gelişmelerle ilişkisini, siyaseten araçsallaşmasını, günümüz kapitalist toplumunda oynadığı rolleri sorunsallaştırıyor. Bunu yaparken bir yandan da mesleğin ve onun tarihyazımının elini kolunu bağlayan “kutsallarla”, sorgulanmadan kabullenenlerle boğuşuyor. Özcülük ve ahistorik bakışın eleştirisi, tarihselciliğin ve onun üzerine temellendirilmiş nostaljik muhafazakârlığın çelişkilerinin her fırsatta gözler önüne serilmeye çalışılması, kavramların ve pratik uygulamaların tarihselleştirilerek ezelî ve ebedî olmadıklarının hatırlatılması, kavramları yeniden düşünmeye, yıkmaya ve icat etmeye davet; işte bunlar metnin yöntemsel anahtar sözcükleri. 

Şüphesiz bu kadar dışında olduğum bir alana dair bu kadar içeriden (ama aynı ölçüde de dışarıdan) yazılmış bu kitap hakkında yazarken daha fazla ileri gidecek değilim. Öte yandan kitabın çıkış ve varış noktaları bence hepimizi fazlasıyla ilgilendiriyor ve üzerinde söz söylemeyi gerektiriyor. Çıkış noktasını kendi anladığım şekliyle dile getirmem gerekirse, şunu yazmaya cüret edeceğim: Bir aile, bir kurum, bir şehir, bir ülke, bir dünya için fikirleri, doğruları, planları (bu üçü böyle mi sıralanır, emin olamıyorum) olup da bunu bir tasarıma dökenden, gerçekleştirmek için insanları seferber edebilenden (ki çoğunlukla ‘adam’ olurlar), bunun için öz güveni, gücü, yetkisi olandan hep çok korktum, korkarım; kim bunu son tahlilde tarih nezdinde hırpalanmadan başarabilecekmiş, şaşarım. Tanyeli de bu tür bir mimar/tasarımcı özne mitini kullanarak, müzakereye kapalı ve anti-demokratik toplumsal inşa süreçlerine de gönderme yapıyor. (Keşke Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü de tatlıyı servise hazır hale getirmek için üzerine konan taze nane yaprağı gibi bir yerlere iliştiriverseymiş.) Varış: Özgürleştirici bir mimarlık mümkün müdür? Eh, bunun yanıtı da kitapta.

Perec’in dünyası

Uğur Tanyeli’nin edebiyatla da pişirilmiş kitabında gözlerimin aradığı iki isim Faust ve ‘muzdarip şark Faust’u’ ifadesinin mucidi Tanpınar’sa, üçüncüsü de Georges Perec. Ayberk Erkay sayesinde ‘Mekân Feşmekân’ı da (1974) artık Türkçe okuyabiliriz. Neredeyse metnin kendisi kadar uzun bir sonsöz yazan Cem İleri’ye göre “Perec’in yazı hayatını ikiye böler, tam orta noktada yer alır ‘Mekân Feşmekân’, hem kendisinden önceki metinlerin bir tür açılımı, hem kendisinden sonrakilerin habercisidir.” O halde neyle karşı karşıya olduğumuzu üç aşağı beş yukarı kestirebiliriz: Mekân, bellek, nesne içinde, sınırında ve etrafında oynanan oyunlar, oluşturulan yapbozlar (kelimeyi az önce yanlışlıkla ‘yazboz’ olarak yazdım), zamanı yazıyla kaydetmek gibi fantastik projeler vb. (Perec gibi, ‘vb.’ kullanmadan bu listeyi tüketebilmek isterdim ama sözcükler için az ‘yer’im kaldı.)  İlhamını dış duvarı tamamen ortadan kaldırılmış (bir Cizre apartmanından, diyecek sevgili okurlar) bir Paris apartmanından alan Yaşam Kullanma Kılavuzu’nu, okumasanız bile duymuş, adını cümle içinde kullanmış olmalısınız. Yazarının ‘bir mekân kullanıcısının günlüğü’ dediği, elinizden düşürüp duracağınız kadar güzel ‘Mekân Feşmekân’ın amacı da “mekânı sorgulamak, daha yalın bir ifadeyle, mekânı okumak; çünkü alışılagelmişlik adını verdiğimiz şey belirginlik değil, bulanıklıktır: Bir körlük biçimi, bir uyuşma hali.” Diğer bir deyişle, Perec’in amacı; bizi, verili aldığımız, hep oradaymış ve orada olacakmış ve olması gerektiği gibiymiş hissiyle uyuşturan mekâna, mekânlara yabancılaştırmak ve onlar üzerine düşündürmek. Gerçekten de bu metin; üzerine yazdığı kağıttan ve bu yazıyı yazdığı odadan başlayıp ev, apartman, sokak, şehir, ülke ve ötesi sırasını takip ederek zoom out yapan ve insanın başını döndürecek bolluk ve nitelikteki ayrıntıyı, şiirden de eyepce behresi olan bir antropolog edasıyla, gemisinden yeni inmiş yol yorgunu bir hemuzaylımız için yazıya/kağıda döken bir yazara ait. Yazara göre, “Yaşamak, bir mekândan başka bir mekâna geçmek demektir, tabii başkalarına çarpmamaya çalışarak.” Eğer bu doğruysa, onun bizi saran fiziksel dünyayı anlamak için sorular ve hatta ödevlerle dolu kılavuzunun hepimiz için ne kadar elzem olduğunu hesap edebiliriz.   

Öte yandan, Perec söz konusu olduğunda oyuna dalıp (ah biz ne cici), onun aslında mekân ve bellek ilişkisi üzerinden ne kadar politik bir mevzuyu takıntı haline getirdiğini unutma/bastırma tehlikesi ensemizde bekliyor. Düşünsenize, artık, doğduğu evi, sokağı, semti, şehri, ülkeyi ölmeden önce son bir kez görebilene ne mutlu (şehrin –i hali). Ya kendisini bir şehirden yırtarak diğerinde dışlanmaya ve aşağılanmaya (eğer yolda ölmezse) doğru yola çıkan göçmen (bir kuştur, demişti akıllı bıdığın teki bir keresinde aptal kutusunda, unutamam), kök salma ve yersiz yurtsuzluk ikileminin neresinde dursun (şehrin -den hali)? Ya da çoğumuz için “sahip olunması gereken şey” olan “ev”, birileri için de millî ve gayrımillî doğal afetlerle (yağmur, rüzgâr, panzer vb.) kendisinin ve sevdiklerinin arasına girmesini beklediği şey değil mi?

Aragon’un Paris’i

Şehir ve yıkım demişken, sürrealizmin iki öncü metninden biri sayılan manifesto-roman ‘Paris Köylüsü’ne (1926) gelelim. Louis Aragon’un bu okunması meşakkatli metniyle aramızda artık en azından bir dil engeli yok. İşte burada da Paris’teki meşhur Haussmann yıkımının sonucundaki radikal dönüşüm (örneğin bir mekândan diğerine fırlatılan esnafın hikâyesi); insan-mekân ve yeni-eski dörtlü matrisinin bu bağlama yerleştirilmiş çeşitlemeleri ve elbette daha fazlası var. Üstelik adımladığı sokaklara, dolaştığı pasajlara yerli bir yabancı gibi bakan tek bir gözün gördüklerini, gerçekçilik açlığıyla eline alanları hem imrendirecek hem kızdıracak bir üslupla yazılmış. Perec ve Tanyeli de bunu çok severdi.

Unutmadan ve hata ithamı olasılığı pahasına, hoş geldin ya şehr-i ramazan (inşallah şehrin yalın hali). 

Yıkarak Yapmak
Uğur Tanyeli
Metis Yayınları
376 sayfa.

Mekân Feşmekân
Georges Perec
Çeviri: Ayberk Erkay
Everest Yayınları
348 sayfa.

Paris Köylüsü
Louis Aragon
Çeviri: Ayberk Erkay
YKY
168 sayfa.