LEVON BAĞIŞ

Levon Bağış

OBUR

Boğazın bahçeleri

ve böylelikle, umut etme kabiliyetimizi aldılar elimizden,

ne diyeyim, dilerim ihtiyacı olan birine gidiyordur bizden çaldıkları “umut”...

dünya adaletsiz çocuk!

dünya zorba...

 

Nazım Hikmet

Ada çocuklarının henüz anneleriyle gezmekten utanmaya başlamadıkları ergenlik öncesi en güzel anları akşam iş dönüşü babayı karşılamak için sahile inilen zamanlardı.

Sahile ya da iskeleye gidilmez, ‘inilir’di. Tıpkı ‘adaya çıkmak’ gibi bu da adanın yerel kullanımlarından biriydi.

Sahile inmenin bu kadar keyifli olmasının sebebi benim için tabii ki gırtlak müessesesiydi. Sahilde mısırcısından dondurmacısına, helvacısından lokmacısına ve hatta turşucusuna kadar her şey ama her şey bana hitap ediyordu ama benim akşam sahile inişlerde bir tek hakkım vardı. O zamanlar da bir obur olduğum için gördüğüm her şeye saldırırmışım. Her gidişimde sadece birine izin vermeye karar vermiş sevgili ebeveynim. Şimdi gördüğüm her şeyi almak istememim o günlerdeki travmalarım olduğunu düşünüyorum.

Sahildeki çocukların oyunları da vapurlarla alakalı olurdu. Uzaktan görünen vapurun Bacalarının renginden, açık alanlarından, gelenin hangi vapur olduğunu tahmin etmeye çalışırdın.

Kıbrıs Harekâtı’nda ölen askerlerin adlarının verildiği bir seri vapur vardı, acaba onlardan mı, yoksa yolcuyken karşına çıkarsa gerçekten çok üzücü olan, yavaşlıklarıyla ünlü Maltepe-Suadiye gemilerinden biri mi, yoksa şimdi adı Barış Manço olan İnciburnu ya da Turan Emeksiz vapuru mu diye iddiaya girerdik. Uzaktan görünce hangisi olduğunu hemen anladığınız vapurlar vardı bir de. Paşabahçe, Fenerbahçe ve Dolmabahçe vapurları daha gelişlerinden kendilerini belli ederlerdi. Heybetli dururlardı. Denizde ‘vapurculuk’ oynarken sorun çıkardı. İkinci kuzenlerle dört kişiye tamamlanmış ailenin erkek çocukları ne zaman Değirmen’e denize gitsek vapurculuk oynardık. Üç bahçe gemisi yetmezdi tabii dört çocuğa, en küçük olan ben mutlaka başka gemi olmak zorunda kalırdım.

Şehir hatlarının en hızlı, en büyük vapurlarıydı ‘bahçe’ler. O yüzden vapurculuk oynarken onların adı kullanılırdı. Nasıl top oynarken herkes Maradona olursa, biz de vapurculuk oynarken Paşabahçe olmak isterdik.

Bu vapurlar, adaların bela rüzgârı lodosla da, eşek poyrazıyla da en iyi mücadele eden vapurlardı.

Heybeliada için, işe ‘inen’ (yine aynı kullanımlardan; adalılar İstanbul’a gitmez, İstanbul’a iner, adaya çıkar) babaların neredeyse hepsi bu ‘bahçe’lerden biriyle dönerdi; 18:30’da Kabataş’tan kalkıp Çınarcık yada Yalova seferi yapan ekspres vapur...

Bütün adalara, hatta arada Kadıköy’e de uğrayan diğer vapurlara binmektense, işini ayarlayabilen herkes bu vapura bindiğinden genelde büyük vapurlar kullanılırdı bu seferlerde. 18:30’da kalktığı için adalılar bu vapura ‘Patron Vapuru’ derdi.

Bu ‘bahçe’lerden ilk kaybettiğimiz Dolmabahçe oldu. İlk onu hurdaya çıkardılar. Fenerbahçe biraz daha şanlıymış ki, Rahmi Koç müzesinde sergileniyor; içerisi yepyeni yapılmış haliyle ziyaretçilerini bekliyor. 

Bu vapurlardan en güzeli Paşabahçe ise trajik bir son yaşadı. Hikâye gerçekten acıklı. 1952 senesinde İtalya’da çıkarma gemisi olarak yapılmaya başlıyor ama sonra yolcu gemisi olarak tamamlanıyor Paşabahçe. 1952’den 2010’a kadar İstanbul’un en güzel simgelerinden biri... 2010’da seferden alınıp Beykoz Belediyesi’ne tahsis ediliyor. Burada nikâh salonu olarak kullanılıyor. Sonra da çürümeye bırakılıyor. Beykoz açıklarında batırılıp deniz hayatı ve dip turizmi için kullanılması fikirleri varken şimdi hurdaya gönderildiğini duyuyoruz.

Bu ve diğer Şehir Hatları vapurları İstanbul’un silüetinin en önemli parçaları olmalarının dışında, başka özelliklere de sahiptiler. Yılın neredeyse yarısında dışarıda oturulabilen bir şehrin vapurları olarak bolca açık alana sahiptiler. Ortalarındaki açıklık sayesinde iskeleye yan yana yanaşabiliyorlardı ve yine bu açıklık sayesinde sert rüzgârlardan daha az etkileniyorlardı. Şimdi, yüzen ütü ile, eliptik düdüklü tencere arasında bir görünüme sahip olan yeni ulaşım araçlarımız (onlara ben vapur demiyorum) bunların hiçbirine sahip değil.

‘Boğazın bahçeleri’, bu üç bahçeli gemi, İstanbul’un başka zamanlarından bize kalan son güzelliklerdi. Amerikan barından servis edilen içkiler, ahşap doğramaları ve kristal gibi kesimli camlar, yolcu salonuna çıkarken seni karşılayan kabartma sanat eserleriyle zaten başka bir zamanın inceliklerini taşıyorlardı.

Yeni Türkiye’de onlara yer olmadığını her gün görüyoruz. Onun yerine daha az estetik, daha az kullanışlı örnekleri geliyor önümüze, tıpkı memleketimiz gibi.

Güle güle, Paşabahçe...

Etiketler

Levon Bağış