Kriz ve temaşa

MURAT CANKARA 

Fırat Güllü, üzerine kafa yoranlar için ‘bir elin parmakları’ metaforunu kullanmanın artık geçerliliğini yitirdiği bir alanda çalışan bir tiyatro araştırmacısı. Bilhassa 19. yüzyılda Osmanlı başkentinde serpilen, hem kültürler arası alışverişin çarpıcı bir örneğini sunduğu hem de gelenekselle modernin en azından bazıları için kafa karıştırıcı ilişkisini gündeme taşıdığı için üzerinde mesaiye değer bir dönemi ve pratiği ısrarla ve iyi ki kurcalıyor. ‘System Crisis and Theater in the Ottoman Empire: Representation of the Late Ottoman System Crisis in Theatrical Plays’ ise onun yüksek lisans tezinin kitaplaştırılmış hali. Başlığa ufak bir netlik ayarı verirsek, Güllü’nün amacı, biri Arnavut diğeri Ermeni kökenli iki Osmanlı entelektüelinin birer metnini, onların Osmanlı’nın 19. yüzyılda yaşadığı siyasal, toplumsal ve ekonomik krize verdikleri tepki olarak okumak: ‘Gave’ (Şemsettin Sami, 1877) ve ‘Haşmetlü Dilenciler’ (Hagop Baronyan, 1881).     

Kitabın bileşenleri

Kitap bir teze dayandığından, hacmiyle kıyaslanamayacak ölçekte ve birbiriyle bağdaştırılması güç bileşenleri var. Teorik ve kavramsal altlığı kendi içinde üçe ayırabiliriz: 1) ‘Kriz Teorileri’. Burada önce Adam Smith gibi liberal düşünürler, Marksist gelenek ve Talcott Parsons silsilesi üzerinden bir çerçeve çiziliyor, sonra da son ikisinin bir sentezi olarak okunan Habermas’ın sistem krizlerine yaklaşımı ayrıntılandırılarak teze hazırlık yapılıyor.  2) ‘Osmanlı tarihyazımı’. Buradaki iddia, geç Osmanlı siyasal ve toplumsal kurumlarının geçirdiği radikal dönüşümün, tarihçi ve sosyal bilimciler tarafından sistem krizi perspektifinden ele alınmamış olduğudur. Güllü, önce İnalcık, Lewis gibi alanın belirleyici tarihçilerine referansla bir literatür özeti veriyor, ardından Zürcher ve Georgeon gibi sonraki kuşak tarihçilerden de destek alarak Osmanlı toplumsal sisteminin 19. yüzyılda iki ardıl kriz yaşadığını öne sürüyor. 3) ‘Edebiyat ve tarih ilişkisi’. Bu bölümde de Moretti, Cohn gibi kuramcılardan ve Erol Köroğlu’nun, tarihsel roman okuması bağlamında kullandığı tipolojiden yardım alınarak, Sami ve Baronyan’ın metinlerinin nasıl inceleneceği açıklanıyor. Metinlerle haşır neşir olunan bölümlerde ise hem yazarların yaşam öyküleri tarihsel bağlam içerisinde ele alınmış hem de ayrıntılı birer olaylar dizisi verilerek bu iki yazarın Osmanlı’nın yaşadığı sistem krizini nasıl gördükleri ve/ya buna çözüm önerileri -birbirlerininkiyle ortaklık ve farklılıkları da vurgulanarak- yorumlanmış.

Kıymetli bir çaba Güllü’nünki. Türkiye’de tiyatro alanında teoriyi, tarihi, metni birlikte yoğurmayı deneyen; ‘oyunun iletisi’nin ötesine geçerek onu yorumlamaya çabalayan çalışma sayısı ne yazık ki çok az. (Beliz Güçbilmez ve Mehmet Fatih Uslu’nun emeklerini de burada analım.) Üstelik Sami’nin ve Baronyan’ın çoğul kimlikleri düşünüldüğünde, ‘vatan-ı umumi’ ile ‘vatan-ı hususi’ ve ‘vatan-ı na-mevcut’ arasında kalan bu iki Osmanlı entelektüeline birlikte bakmak, imparatorluk ve ulus inşası bağlamındaki tartışmalar açısından da anlamlı. Bülent Bilmez’in önümüze koyduğu, modern zihinleri yakan ironiyi; ‘Büyük Larousse’un 1986 tarihli Türkçe basımında hem ‘Şemsettin Sami’ adında bir Türkçü hem de ‘Fraşeri (Sami Bey)’ adında bir Arnavut milliyetçisi bulunduğunu unutmak mümkün mü?   

Güllü’nün çalışması, 19. yüzyılın son çeyreğinde İstanbul’daki tiyatro ortamıyla günümüz arasında kurulabilecek bağlantılar nedeniyle de ilginç. Örneğin o yıllarda ekonomik krize ve sansüre bağlı olarak sayıları artan tuluat topluluklarıyla, ilki 2001 kriziyle neredeyse eş zamanlı olarak ortaya çıkan doğaçlama grupları arasındaki paralellik. Bugünkü grupların kendilerine veya mekânlarına isim beğenirken ‘hayalhane’, ‘temaşa’ gibi sözcükleri tercih etmeleri rastlantı değil şüphesiz.

Libra Yayınevi’ne gelince; normal koşullarda ve kitapçılarda kolaylıkla karşılaşamayacağımız dikkat çekici akademik çalışmaları kitaplaştırarak bence önemli bir iş yapıyor. Öte yandan, bu kitapların yayına hazırlanırken tez formatından mümkün olduğunca uzaklaştırılması; yazarının, metnini ‘yeniden yazma’ya teşvik edilmesi; hatta ister önsözde isterse metnin bütününde bir meta söylem kurarak tezin yazım koşullarını ve/ya eleştirisini de işin için katan bir dil için cesaretlendirilmesi çok yerinde olmaz mı? Neticede tez denen şey, üç beş bekçiyi sizi de oyuna kabul etmeleri için ikna etme kaygısından neşet eden orantısız kavram kullanımı ve tekrarla malul bir format.

Bence bu güzel bir hayal. Bir akademik dünyamız olsaydı eminim ona katkısı da olurdu.

System Crisis and Theater in the Ottoman Empire
Fırat Güllü
Libra Yayınevi
160 sayfa.