Din felsefesinden bilimkurguya köprü

BÜRKEM CEVHER 

Birkaç ay önce sessiz sedasız raflarda yerini alan ‘Yüzyıl: Bay Binet’ hem bilimkurgu hem de edebiyat okurlarını memnun edecek bir roman. Siyah Kitap’tan çıkan romanda yazar Ayşe Acar özellikle de yapay zekanın insan sayılıp sayılamayacağı sorusunu mesele edinmiş ve bu sorunun çözümünü okurlarla birlikte aramaya başlamış. Başlamış, diyorum zira ‘Bay Binet’, ‘Yüzyıl’ üçlemesinin ilk romanı. O nedenle de ilk kitapta öncelikle ana karakterler ve Acar’ın gelecek tasavvurunu görüyoruz. Kitabın en dikkat çekici özelliklerinden birisi de din felsefesi sorularına bilimkurgu aracılığı ile çözüm getirme çabası diyebiliriz. 

Acar, sürekli okuyan, araştıran, soruşturan ve üreten bir yazar. Hem bu çok katmanlı romanın alt metinlerine açıklık getirmesi hem de romanda yer alan felsefi sorulara bakışını öğrenmek için Ayşe Acar’la buluştuk.

Üçe bölünen dünya

Gelecekte büyük savaşlar ve felaketler yaşanmış, sonunda dünya üç coğrafi bölgeye ayrılmıştır. Birinci Bölge’de yapay zekalar, humaclar (insan bilinci aktarılmış yapay bedenler) ve seçilmiş doğal insanlar yaşamaktadır. Hem yapay zekalar hem de humaclar kendilerinin insan olduğunu düşünmektedirler. Nitekim onları dış görünüşlerinden veya konuşmalarından ayırt etmek her zaman mümkün değildir. Seçilmiş doğal insanlar ise biyolojik olarak insan olup Birinci Bölge’de yaşamak üzere özel olarak seçilmişlerdir. Birinci Bölge’de evlilik, doğum olmaz. Yaşayanlar kendi işleri ile meşguldürler ve ilişkiler uzun süreli değildir.

İkinci Bölge’de ise işçi sınıfı sayılan robotlar ile Birinci Bölge’dekilerden daha ilkel yapay zekalar yaşamaktadır. Bu robotlar diğer iki bölgenin ihtiyaçlarını karşılamaktadırlar; yeri geldiğinde silah üretip el altından da satış yaparlar. İnsanları taklit eden, karikatürize edilmiş bir robot dünyasıdır burası. Fazla derin düşünmezler, sadece işlerini yaparlar. Kendilerini eğlendirmek için film izlerler, kamp kurarlar. Hatta ihtiyaçları olmasa da kamp ateşi bile yakarlar.

Üçüncü Bölge tam bir ütopyadır. Burada sadece doğal insanlar yaşar. Robotlara ve yapay zekalara Üçüncü Bölge’de yer yoktur. İnsanlar ortalama 140 yıl yaşarlar, istedikleri meslekleri icra ederler. Sevgi Dini’ne inanırlar; inançlarının odağında Tanrı sevgisi vardır. Evlenirler, çocuk doğururlar. Herkes huzur içinde mutludur.

Her üç bölge de bölgelerarası ilişkileri düzenleyen Evrensel Anayasa’ya tabidir. Üçüncü Bölge’den Birinci Bölge’ye geçiş yapılabilmektedir. Yeteri kadar başarılı olan ve belli kriterleri sağlayan doğal insanlar, istemeleri ve seçilmeleri halinde Birinci Bölge’de yaşamaya hak kazanırlar. Ancak daha sonra Üçüncü Bölge’ye geri dönemezler. Bunun dışında bölgeler arasında geçiş söz konusu değildir. Her üç bölge de anayasaya uyarak, kurallar çerçevesinde mutlu ve huzurlu yaşamlarını sürdürmektedirler. Ta ki, Birinci Bölge’deki Gri Salon’a çeşitli nedenlerle saldırılar düzenlenene kadar.

Artık yavaş yavaş bir güvenlik sorunu olduğu ortaya çıkmaktadır. Wilkes Shaw isimli bir Üçüncü Bölge vatandaşı Evrensel Anayasa’da değişikliğe gidilmesi talebiyle Üçüncü Bölge’de bir kaçırma eyleminde bulununca, asıl sorun şiddetli bir şekilde patlak verir ve her üç bölgede de savaş fikri dillendirilmeye başlar. Bu bölgeler hem barışı sürdürmek isterler hem de bu huzur onları içten içe rahatsız eder.

Cennet fikri

Dünyada cenneti inşa etmek kolay mıdır? Bu soruyu Ayşe Acar şöyle yanıtlıyor: “Cenneti nasıl hayal ediyorsun dediğimde insanların tasavvurunda bahçeler var, kadınlar var, güzel insanlar var. İstediğimiz zaman şarap içiyoruz, istediğimiz yiyecekler var. Aslında bu hayalin tamamı çocuksudur, ana rahmine girmeyi hayal eder herkes. Ama orada devinim yok. Devinim yoksa ilerleme olmaz, ölürsünüz. Mutlak iyi ölüm demektir. Mutlak kötü de ölüm demektir. Bir insan mutlak iyi olamaz, mutlak kötü olamaz. Dünya da mutlak iyi, mutlak kötü olamaz. O nedenle bu dünyada cennet olma ihtimali yok. Ancak cennet sahneleri olur. Ama devinim için mutlaka bir miktar kötülük gerekiyor. Mesela biz bugün sanayi devriminin konforunu yaşıyoruz, değil mi? Çok ciddi şekilde pek çok şeyi borçluyuz ona; sağlığımızı, şu anki teknolojiye borçluyuz. Ama sanayi devrimi aşamasında açlıktan kaç milyon insan öldü? Savaşlarda insanlar birbirlerini katlettiler. Öte yandan bir de pozitif pencereden bakarsan, o savaşlarda neler icat edildi? Önce silah için hareket başlar, o bir şekilde tıbba yansır, başka alanlara yansır. Dolayısıyla iç içe geçmiş bir devinim var. Üçüncü Bölge de ne güzel bir yer, herkes birbirini seviyor, değil mi? Güzel de bu durum çok uzun yaşamazdı zaten. Çok çocuksu, naif bir ütopya o. Wilkes Shaw sadece katalizör görevi görüyor orada. Yapay bir şey çünkü.”

Ancak Acar’ı en heyecanlandıran soru yapay zeka ile insan arasındaki farklar sorusu. Gözleri parlayarak başlıyor anlatmaya: “Birincisi, içgüdüye odaklanmamız lazım. Freud’u tekrar sahneye çağırmamız lazım. Yapay zekada içgüdü yok; şimdilik. Yapay zekada içgüdü kopyalanabilir mi? Hiçbir fikrim yok, bilmiyorum. İçgüdü bizi hayvanla buluşturan şeydir. Uygarlık doğal olarak içgüdüyü bastırdı. İyi de oldu, çünkü yoksa uygarlık ortaya çıkmazdı. Primitif yaşardık. Ama biz modern insanlar sıkıldığımız an içgüdüyü özleriz. Mesela gidelim bir kasabada yaşayalım, diye coşarız. Bunaldığımız an içgüdüye yönelmek, daha naif, daha çocuksu, daha hayvansıdır. İnsanı özel kılan bir uç bu; içgüdü. İkinci uç ise şuur. Yapay zekada bilinç oluşabilir ufak ufak. Mesela şimdilik en iyisi IBM Watson. Tabii her gün yeni bir gelişme oluyor. Fakat benim görebildiğim, en nihayetinde yapay zeka nesnenin bilincini sınırsız bilebilecek. Fakat şuur nesneyi bilmek değil kendini bilmektir. Bu konu Antik Yunan’ın da gündemindeydi. Delfi Mabedi’nde kapıda yazar “Kendini Bil”. Sokrates bunu felsefe literatürüne getirdi. Bunu aynı zamanda ezoterik metinler söylüyor. Bütün inançlar, Kabala geleneği, İslam tasavvufu, Kuran hepsi bunu söylüyor. Bir kendilik bilgisi var, bu nesneyi bilmekle alakalı bir şey değil. Batı bunu ayıramıyor. Batı ‘consciousness’ dediğinde hâlâ bilinci biyoloji üzerinden tanımlar. Ben dediğinde kendi bedeninin imgesini zihninde canlandırarak ‘ben’ der Batı. Her yer öyle aslında doğusu batısı da kalmadı. Bu bilgi türü, “ben” dediği şey bu değil.”

Din felsefesinin romanın arka planında çok önemli bir işlevi var. Romanı okudukça görüyoruz Tanrı kavramının ortadan kaybolmayacağını, hatta toplumsal düzeni sağladığını. Bunu Acar’a söylediğimizde, “Bazı editörler kitabı okuduklarında, ‘Ne alakası var bilimkurgu ile dinin,’ dediler. Bu aslında dini metinleri okumamalarından kaynaklanıyor. Dini metinlerde o kadar çok bilimkurgu malzemesi var ki, mesela Hezekiel’in rüyası muhteşem bir bilimkurgu film aslında,” diye yanıtladı. Sonra da şöyle açıklama getirdi konuya: “Ezoterik gelenekler çok iyi malzeme veriyor. Romanın arkasına hep din felsefesi yatıyor çünkü yapay zeka muhteşem bir varlık. Yapay zeka kendini insan olarak tanımladığı zaman din felsefesinin yanıt vermesi gereken sorular var. Klasik dini anlayışta ibadet ederek Tanrı’ya yaklaşılır. Peki yapay zeka da ibadetlerin âlâsını yapabilir. Bunları yaptığı zaman Tanrı’ya ulaşır mı? Buna ontolojik olarak yanıt vermesi gerekir din felsefesinin. İnsan nedir? Kainatı bırakmaları lazım artık; yani Tanrı’nın varlığına delil olarak kainatın yakasına yapışmaktan vazgeçmesi gerekir din felsefesinin. Hz. Ali’ye kulak vermeliler. ‘Sen kendini evrende küçük bir nokta zannedersin. Oysa bütün alem dürülü bükülü sendedir’ der Hz. Ali. Din felsefesinin artık Hz. Ali’yi duyması lazım. Eğer duyamazsa, Tanrı ile arasında aslında tasarımsal bir bağ olduğunu, ama bu bağı hiçbir zaman kuramadığını görmek zorunda kalır. Bu da üzücü.”

İsyan çağı

Stephen Hawking’in yapay zekanın dünyanın sonunu getireceğini düşündüğünü söylediğimizde Acar, “Evet, o artık yapay zeka çalışmalarının durdurulması gerektiğini söylüyor ama durdurmaya gerek olmadığını söyleyenler de var. Ben de durdurulmasın diyenlerdenim. Zaten artık durdurmak mümkün değil. Şimdi çok büyük bir teknoloji olarak algılıyoruz ama bayağı bir biliş sistemi yapay zeka, nesne bilincine sahip artık yavaş yavaş. Geçenlerde robotun biri kendi sesini tanıdı. Yani nesnenin bilinci aşamasına gelindi. Bir 30 – 40 yıl sonraki aşama için fikirler var artık. İşin bir de ekonomi-politik yanı var. İnsanların kitleler halinde işsiz kalacağı bir dönem geliyor. Büyük isyanlar dönemi var. Çok ciddi bir şey oluyor. Hani Darwin’in evrim teorisinde türün devamlılığını sağlayan doğal seleksiyonlar var ya, şimdi de güçlü bir seleksiyon dönemi geliyor. Ne olup bittiğini kendimce yanıtlamak istiyorum bu kitapta. Hem bir taraftan kendi bilincimin sınırlarını görmek istiyorum hem de edebiyat çok etkili bir şey olduğu için edebiyat aracılığıyla bu konuya dikkat çekilebilir mi, merak ediyorum,” diyor.

Zaten roman da bu isyanlar dönemindeki ayrışmayı anlatıyor. Acar kendi açısından bir tür çözüm üretmiş kitapta. Dünyanın üç coğrafi bölgeye bölünmesinin nedenini sorduğumuzda da, “Aslında benim görebildiğim ayrışma coğrafi olarak olmaz. Mecburen, daha rahat anlaşılabilsin diye coğrafi ayrımlar koydum ama ayrımı belirleyecek şey ‘network’tür mutlaka. ‘Network’ ayıracak dünya üzerinde yaşayanları. Zamanla insanlar ortak ‘network’ kullanmak istemeyecek,” diye yanıtlıyor.

Biz Ayşe Acar’ı ve ‘Bay Binet’i çok sevdik. Kitabın sorduğu sorular kadar olay örgüsünün heyecanı, kitabın temposunun hiç düşmemesi de çok önemli. Sorular kitabın içine öylesine ustaca yerleştirilmiş ki hem düşünmek sorunda kalıyorsunuz hem de sonraki sayfada olacakları merak ediyorsunuz. Gelecek kitaplarda Acar’ın bu sorulara vereceği yanıtlar çok önemli. O nedenle de üçlemenin diğer iki kitabını heyecanla bekliyoruz.

Yüzyıl: Bay Binet
Ayşe Acar
Siyah Kitap
383 sayfa.