‘Diyar-ı Rum’dan ‘vatan’a

FIRAT GÜLLÜ 

“Tarihyazıcılığı özgürleştirmiyorsa
zulme hizmet ediyordur.”

Cemal Kafadar

1990’lı yılların ikinci yarısında Boğaziçi Üniversitesi İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde yüksek lisans derslerine devam ederken Stefanos Yerasimos’un yaptığı bir konuşmaya katıldığımızı hatırlıyorum. Hoca o kendine has mütevazı üslubuyla son derece karmaşık bir konu üzerine konuşmaktaydı. Uzun yıllara yayılan derin bir birikimin içerisinden son derece spekülatif kabul edilebilecek bir tartışma yürütmekteydi. Osmanlı coğrafyasını teşkile eden toprakların yüzlerce yıldır Doğu ve Batı arasında tampon bir bölge oluşturduğundan ve bir yandan her iki dünyaya aitken diğer yandan da her ikisinin de dışında kaldığından bahsetmişti. Analizini sadece Osmanlı ile sınırlı tutmuyor Persleri, Büyük İskender ve Roma’yı da hesaba katarak konuşuyordu. O tartışma sırasında Boğaziçi Üniversitesi mensubu çeşitli hocalarımızın tartışmanın kendisini zihin açıcı bulmakla beraber fazlasıyla muğlak ve soyut bir tanımlama ile karşı karşıya kaldıklarını düşündüklerini belirttiklerini hatırlıyorum. Stefanos hoca da bunun bilimsel olmaktan ziyade işlevsel bir kategori olarak düşünülmesinde fayda olacağını belirtmiş ve gelecekteki araştırmacılara farklı bir zemin sağlayacağını düşündüğünü söylemişti.

Sonrasında sözü edilen mesele ile ilgili lliteratüre belki de en önemli katkı Cemal Kafadar tarafından yapıldı. Onun Osmanlı’nın kuruluşu üzerine kaleme aldığı ‘İki Cihan Arasında’ başlıklı çalışması herhalde yukarıda özetlemeye çalıştığım yaklaşımın en yetkin örneklerinden birisiydi. Cemal Kafadar’ın, yakın zaman önce ‘Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine’ alt başlığı ile yayınlanan ‘Kendine Ait Bir Roma’ adlı eserini okurken yıllar önce Stefanos hocanın yaptığı konuşmayı hatırladım. En az onun kadar spekülatif ama aynı oranda zihin açıcıydı.

Modern kimlikler

Cemal Kafadar, bu kısa ama yoğun kitapçığa temel bir saptama yaparak başlıyor: ‘Türk’, ‘Yunan’ gibi modern kimlik gösterenleri Ortaçağ ya da erken Modern Çağ’ın toplumsal yapısını anlamakta bize yardımcı olamaz. Ve ardından kendi önerisini ortaya koyuyor: İmparatorluklar çağının kozmopolit dünyasında kilit bir rol oynayan ‘Rumi’ kavramı ele alınarak modern kimliklerin ortaya çıkmasından önceki dönemde ‘biz’ ve ‘öteki’ kavramlarının nasıl oluştuğuna dair alternatif bir tartışma yürütmenin mümkün olacağını düşündüğünü belirtiyor.

Çalışmasının ilk bölümünde modern zamanlarda ‘vatan’ kavramının ortaya çıkışı ve tüm hürriyet mücadelelerinin bu ana kavram üzerine kurulu olması olgusu üzerine kuran Kafadar,   19. yüzyılın siyasi olarak ulus-devletlerin, kültürel olarak da milliyetçiliğin yükselişe geçtiği bir çağ olması nedeniyle tam bir geçiş dönemi olarak kavramsallaştırıldığını belirtir.  Ulus-devletlerin kurucu öznesi olarak sunulan ‘milletler’in ezel ebet var olmuş kimlik kategorileri olarak sunulmasını tarihsel açıdan bir çarpıtma olarak görür. Aslına bakılırsa tarih boyunca çok farklı ‘biz’ler ve ‘biz’ inşa etme mekanizmaları olmuştur. Modern öncesi Osmanlısında varlığına rastlanan ‘Rumi’ ve ‘diyar-ı Rum’ kavramları da bir dönem için benzer bir işlevi yerine getirmiş ama sonrasında unutularak tarihin karanlık sayfalarında kaybolmuştur.  Oysa bir zamanlar Bizans ‘Yunan’, Osmanlı da ‘Türk’ anlamına gelmemekte, Tuna ve Fırat nehirleri arasındaki bölge ‘diyar-ı Rum’ olarak bilinmekte, söz konusu coğrafyada yaşamakta olan insanlar da ‘Rumi’ olarak adlandırılmaktaydı. Bu tabirler sadece Osmanlıcada değil çok daha geniş bir coğrafyada Arapça, Farsça ve Kürtçe konuşan halkların dilinde yer etmişti: “Rum ve Rumi kelimeleri bütüm bu mecralarda dolaşıma girmiş, başka aidiyet gösterenleriyle birlikte yüzyıllar boyu “biz” veya “onlar” demenin, ama bilhassa sanat ve düşünce hayatı ile ilgili olarak Osmanlı coğrafyasına has şeyleri belirtmenin, çok işlevli ve anlamlı yollarından birini teşkil etmiştir.” (sf. 38) 

Cemal Kafadar’a göre ‘diyar-ı Rum’ fiziki olduğu kadar kültürel bir tanımlamadır. Roma’nın bölünmesiyle beraber Doğu Roma olmuş, ardından memalik-i Osmaniye adını almıştır. Ama coğrafya aynıdır ve kültürel katmanların üst üste binmesiyle kendine has bir kültür aurası yaratmayı başarmıştır. Buna göre Rumilik:

• Her şeyden önce siyasi değil kültürel ve coğrafi bir tabirdir. Resmi söylem tarafından değil, esnaf-tüccarlardan ve âlimlerden oluşan sivil toplum tarafından şekillendirilmiştir: “Bu önemli çünkü modern öncesi devletlerde de kimlikleri ve kolektif hafızayı manipüle etmeye ya da bu konuda mühendisliğe teşneydiler.” (sf. 95) Oysa ‘Rumi’ bu resmi mekanizmaların dışında kalabilmeyi başarmış naif bir kimlik göstereni olarak ele alınabilir.

• Yerleşik, şehirli, iş güç sahibi bir topluma işaret eder. 11. Yüzyıldan itibaren farklı etnisitelerden de gelse ‘Türkçe’ konuşan bir topluluktur bu. Bununla birlikte aynı dönemde ‘Türk’ sözcüğünün bu topluluktan çok göçebe Türkmen aşiretlerini nitelemek için kullanıldığını da unutmamak gerekir.

• Dinlerin, özellikle de İslam’ın farklı yorumlarını bağrında yaşatan bir kültürdür bu. Bir anlamda tasavvuf demektir, Mevlana Celâlettin-i Rumi demektir.

• Ve aynı zamanda sözlü, yazılı ve görsel sanatlarda kendi içinde tutarlılık taşıyan has bir üslubun adıdır.

‘Rumi’ kavramı çok çeşitli biçimlerde ve kaynaklarda 11. ve 17. Yüzyıllar arasında, ‘Farisi’ ya da ‘Arabi’ gibi farklı melez kültürel kimlik gösterenleriyle yan yana kullanılmıştır. Yazarın Halep, Rum ve Diyarbekir’de kadılık yapmış Haleti adlı bir kişiden yola çıkarak örneklendirdiği gibi bu kimlik gösterenleri etnik aidiyetlerin ötesinde anlamlar ifade etmektedir: “O, Arab’ın lütfu ve mürüvvetini, Acam’in zarafet ve nezaketini, Rum’un zekâ ve fetanetini kendinde toplamıştır.” (sf. 108)

18. yüzyıldan sonra

Kafadar’a göre 18. yüzyılla birlikte ‘Rumi’ kelimesinin kullanımı yavaş yavaş sönümlendi. Bir coğrafi terim olarak ‘diyar-ı Rum’ bir süre daha kullanılsa da 19. yüzyılın milliyetçilikler çağında bu kelimelerin anlamları köklü bir değişime uğradı. ‘Diyar-ı Rum’ sözcüğü yerini Anadolu’ya bıraktı. 1820’lerden sonra ‘Rum’ sözcüğü çok da olumlu anlamlar atfedilerek kullanılmıyordu.  19. yüzyılın sonunda yaşanan büyük Müslüman göçleri sonrasında ayakta kalmaya çalışan devlet yeni ‘biz’ler yaratmak için yeni mitolojiler üretmeye başladı. Bu anlamda ‘Rumi’ olmak bir sapkınlık olarak sunulmaya başlandı: “Selçuklular ve Osmanlılar Türk olduklarını unutup Pers, Arap ve Bizans kültürlerine gönül vermişlerdi.” (sf. 134) Artık farklı ‘vatan’ ve farklı Anadolu tahayyülleri birbirleriyle yarışmaya başlayacaktır. ‘Diyar-ı Rum’ ve ‘Rumi’nin esamesi okunmayacaktır.

Yine Kafadar’a göre, Modern tarihyazımı başladığında ‘Rumi’ kavramı bilinçli olarak devre dışında bırakılmıştı: “Modern dönemde konuyla ilgilenenler ‘Rumi’ kelimesinin bir zamanlar bolca kullanılmasıyla ilgili hafıza kaybının kökleri çok derinde, Türk milliyetçiliğinden çok öncesine denk düşen bir tercihte, Osmanlılar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkdilli Müslümanlarını toptan ‘Türk’ diye nitelendirme tercihinde yatıyor.” (sf. 110)

Cemal Kafadar bu kısa ama yoğun metinde milliyetçi tarih yazımının tarihi kendi paradigması içinde çarpıtan, ayıklamacı anlayışını eleştiriye tabii tutar. Ama aynı zamanda emperyalizmin küreselleşme harekâtının bir manevrası olarak gördüğü ulus-devletleri zayıflatma ve silikleştirme operasyonuna dair bir farkındalık içinde olmamız gerektiğini de savunur: “Milli öze olan ilgi ve diğer her şeyi dışlayan söylemler beni derinden kaygılandırsa da, kendini küreselleşme çağı ilan eden bu çağda, ulus temelli kavramsallaştırma ve anlatıları yıkmak da korkarım ki, bunları manipülasyona açık (insan hakları, demokrasi, azınlık hakları, kadın hakları vb. temelli) söylemlerle eklemlendirmek yoluyla emperyalizmin yeni biçimlerine yol açabiliyor.” (sf. 136) Yazarın bu konudaki görüşleri daha uzun ve geniş bir tartışmayı gerektirse de ‘Rumi’ kavramı üzerine kurulu olan bu kitaba ilişkin son sözleri ona bırakmayı tercih edeceğiz: “Bu yazdıklarımı, ‘Rumi’ sözcüğünü milliyetçiliklerin aşırılıklarına karşı panzehir olarak sunmak, onu ‘Türk’ veya ‘Osmanlı’ya mekanik bir alternatif olarak geri kazanma ya da ‘Romalı-olarak-Türkleri’ Avrupa kimliğine katma çabasına girmek apaçık romantizm olacaktır. Ne var ki zaruri sayılan ulus, din ya da devlet-merkezli kategorileri sorgulayarak tarih yazarken, başka şeylerin yanı sıra ‘Rumi’lik anlayışında cisimleşen modernlik öncesi kimlik kavramsallaştırmalarının daha derinlikli bir arkeolojisinden yararlanabilir ve böylece ele aldığımız çoğul ortamlardaki ‘kendim/iz ve başkaları’ kavrayışlarının serüvenini daha iyi anlayabiliriz.” (sf. 138)

Kendine Ait Bir Roma
Cemal Kafadar
Metis Yayınları
144 sayfa.