VİCKEN CHETERİAN

Vicken Cheterian

Anti-terör savaşlarıyla baltalanan ütopya

Cihatçı selefi bir oluşum, vahşi politikalarını dayatarak barışçıl ve demokratik dönüşüm mücadelesine ikinci kez ket vurmuş oldu. Cihatçı selefilerin bu macerası da sona eriyor gibi görünse de, dünyanın daha umutlu bir yola sapacağı yönündeki umutlar çok küçük.

1990’lar yeni bir iyimserlik çağı olarak başladı. Soğuk Savaş’ın, nükleer kâbusun ve iki kutuplu dünyanın sonu gelmişti. Uygarlığı ideolojik savaşla imha etmekle tehdit eden askerî cinnetin de sonu gelmişti. Kaynaklarının büyük bir kısmını askerî-endüstriyel komplekslere yatıran Sovyetler Birliği, tüm o askerî gücüne rağmen çöktü. Yeni bir ütopyayı hayal etmek artık mümkündü. Yarım yüzyıldan beri ilk defa, insanlığın ve gezegenimizin karşı karşıya kaldığı temel toplumsal, çevresel ve ahlaki sorunların çözümünü düşünmek mümkündü. 

Balkanlar, Kafkasya, Afrika’daki Büyük Göller Bölgesi gibi pek çok bölgede patlak veren savaşlar trajik sonuçlar doğururken, küresel ölçekte de yeni kuruluşlar aracılığıyla uluslararası ilişkiler inşa ediliyordu. Askerî kurumların güç gösterisi için kullanılması ve hegemonyası sona ermişti; uluslararası ilişkilerin barışçıl ve yeni prensiplerle kurulması için tarihî bir fırsat beliriyordu.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi aynı zamanda sosyalist kamp için bir hezimet, ABD içinse müthiş bir fırsat anlamına gelmişti. Tarihte ilk defa, çok kısa bir süreliğine, insanlık kutupsuz bir dünya düzeninin ritmiyle yaşadı. Amerikalı liderler, önlerindeki yeni dünyayı biçimlendirmek için eşsiz bir fırsat buldular. Daha 1994 yılında, ABD Başkanı Bill Clinton NATO, yani Soğuk Savaşı en iyi şekilde temsil eden köhne bir kurum aracılığıyla geleceği tasarlayıp Doğu Avrupa’ya, Kremlin’in kapılarına kadar genişlemeyi seçti. ABD yönetici sınıfı tüm kibriyle, gezegenin tek efendisi olabilecekleri, kendi ekonomik, siyasi ve hukuki standartlarını tüm dünyaya dayatıp hegemonya kurabilecekleri ‘yeni bir dünya düzeni’ hayal ettiler. Eski Başkanlık danışmanlarından Zbigniew Brzezinski, ABD’yi Roma İmparatorluğu’yla karşılaştırma cüretini bile göstermiş, ABD’nin de Roma gibi, sınırları dışında 300 bin askeri olduğunu söylemişti.

ABD’nin kutupsuz dünya için tasarladığı politikasına, diğer uluslararası oyunculara dayattığı kendi hegemonyasına rağmen, 1990’lar aynı zamanda militarizme ve neoliberal kapitalizme karşı toplumsal hareketlerin güçlendiği, toplumsal adaletin ve gezegenin korunmasının talep edildiği yıllardı. Küreselleşme karşıtı olarak bilinen bu hareket, iktidarın egemen sınıfları üzerinde, kelimenin hem mecazi hem de gerçek anlamıyla bir kuşatma sağlamayı başardı. Öncelikle kârın ve tüketimin maksimize edilmesine yönelik neoliberal vaade karşı çıktılar; bunun yerine kadınların, yerli halkların ya da göçmenlerin hakları gibi toplumsal konuları gündeme getirdiler, ekonomik modelimizin doğayı yok ettiğine ve bu modelin durdurulması gerektiğine dair radikal anlayışı savundular. Kendi liderlerinin seçimlerine karşı olan genç, kentli ve eğitimli insanlardı. Yönetici sınıfa, örneğin 1999’da Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü Zirvesi’ne, 2001’de Cenevre’deki G-8 Zirvesi’ne karşı büyük eylemler organize ettiler. Küreselleşme karşıtı hareket, Soğuk Savaş sonrası neoliberal materyalizme yaslanan dünya düzenine karşı çıkan ve bu düzen yerine evrensel ve hümanist değerlere dayanan yeni bir düzen kurmayı amaçlayan başlıca muhalif güçtü.

Sonra El Kaide geldi ve bu hareketi yok etti. El Kaide’nin yükselişi, küreselleşme karşıtı ütopya ihtimaline son verdi. Ve o zamandan beri, bir yandan sivillere yönelik gelişigüzel saldırılarla, bir yandan da anti terör savaşları adı altında sivil nüfusun yaşadığı bölgelere yapılan büyük askerî bombardımanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. El Kaide, tek başına pek bir temsil gücü olmayan, marjinal bir örgüttü. Mısır, Suriye ve Cezayir’deki radikal İslamcılardan mütevellit, kendi ülkelerindeki askerî rejimleri devirmeye çalışan ve bunda başarılı olamayan bir gruptu. Taliban rejiminin koruması altında Afganistan’da bir araya gelen bu ayaktakımı “Yahudilere ve Haçlılara karşı” cihat ilan etti. İlk saldırılar Kenya ve Tanzanya’daki ABD elçiliklerine yapıldı, onlarca masum sivil bombalı saldırılarda hayatını kaybetti; sonra, Eylül 2011’de New York’taki İkiz Kulelere ve Washington-Pentagon’daki ABD Savunma Bakanlığı binasına korkunç saldırılar düzenlendi.

El Kaide’nin saldırısı tüm dünya için felaket oldu. O temsil gücü olmayan, küçük grup, dünya siyasetini gasp etti. Polis devletler ‘teröre karşı savaş’ için meşru bir zemin buldu. Askerî işgallerin de artık yeni bir varoluş nedeni vardı. Soğuk Savaş sonrası dönem, toplumsal ve ekolojik kaygılarıyla birlikte tarihe karıştı. Artık devlet bütçeleri eğitim, kültür ve kalkınma yerine, ‘güvenlik için’ denerek polis ve askerî güçlere ayrılıyor. Askerî harcamalar bu gerçeği açıkça ortaya koyuyor: ABD’nin orduya ayırdığı bütçe 1987’de 427 milyar dolardı, gittikçe azalarak 2001’de 307 milyar dolara kadar düştü; 2007’deyse 527 milyar dolar oldu. Tabii, buna sonradan Irak ve Afganistan savaşları için harcanan askerî bütçeyi de eklemek gerek.

11 Eylül saldırıları, uluslararası siyasette terörizm ve anti-terörizme koşullandırılmış yeni bir sayfa açtı. Bugün, her polis devletinin kendine ait bir ‘terörle mücadele’ versiyonu var ki, bu da yozlaşmış otokratik rejimlerin ve statükonun meşrulaştırılması için kullanılıyor.

El Kaide, saldırılarıyla Afganistan’a facia getirdi. Bin Ladin öngöremese de, Amerikalılar Afganistan’a askerî birlikler de gönderdi ve Taliban rejimini devirdi. Sayılamayacak kadar çok, binlerce ölümün ve harcanan trilyonlarca doların ardından, savaş hâlâ devam ediyor. İsyan ateşini yakmaya çalıştığı her yerde yenilen El Kaide, buna rağmen yeni bir isyan modeli geliştirmeyi başardı; kendinden başka herkesi ‘kâfir’ ilan ederek, endüstriyel ölçekte intihar saldırıları dahil aşırı şiddete başvurdu, böylece sadece medyanın dikkatini çekmekle kalmadı, saflarına yeni savaşçılar da kattı.

2001’de, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki diktatöryal rejimlere karşı başlayan isyan hareketi, yani Arap Baharı yeni bir başlangıç vadediyordu. Barışçıl ve popüler hale gelen gösteriler, Bin Ali ve Mübarek’i koltuğundan etti, 10 yıldır süren cihatçı selefi terörizm başarısız oldu. İnsanlar özgürlük, hatta Batı tipi demokrasi ve hepsinden öte, iş istiyordu. Ama Arap Baharı istikrarlı siyasi sistemler kurmakta başarılı olamadı ve neticede bölge darmadağın oldu. Libya, Yemen ve Suriye’deki ‘antik rejimler’ pes etmedi ve popüler hareketleri bastırmak için askerî güç kullandı. Yeni iç savaşın kaos ortamında da başka bir canavar doğdu ve kendisinin ‘İslam Devleti’ olduğunu ilan etti; Irak ve Suriye’de geniş alanları kontrol altına alırken, Filipinler ve Nijerya gibi uzak ülkelerde de ‘bayilikler’ kurdu. IŞİD tüm kibriyle Ortadoğu’daki tüm devletlere ve siyasi güçlere savaş açtı ve hatta Roma’yı fethetme niyetini ilan etti!

Cihatçı selefi bir oluşum, vahşi ve dogmatik politikalarını dayatarak barışçıl ve demokratik dönüşüm mücadelesine ikinci kez ket vurmuş oldu. Onların tercihlerinin yine küresel ölçekte, militarist bir gündeme hizmet eden sonuçları oldu. IŞİD, yeni halifenin ismini açıkladığı ve uğruna savaştıktan sonra kaybettiği Musul’un ardından, başkenti Rakka’yı da kaybetmek üzere. Bu çılgın maceranın bedeli tüm taraflar için çok ağır. IŞİD, Özgür Suriye Ordusu, Suriye ve Irak rejimlerinin askerleri, Süryani ya da Ezidi gibi azınlıklardan oluşan düşmanlarından binlercesinin ölümüne neden olmakla kalmadı, temsil etme iddiasında bulunduğu topluluğu da yok etti; işgal ettiği tüm şehirleri küle döndürdü; onun propagandasına inanan gençlerin cesetleri sokakları doldurdu.

Cihatçı selefi bir macera ikinci kez sona eriyor gibi görünürken, dünyanın başka ve daha umutlu bir yola sapması yönündeki umutlar çok küçük. Görünen o ki, iki kısır güç, cihatçı nihilizm ile anti-terör devleti arasında, her zamankinden daha fazla sıkışmış durumdayız.