YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Nefes almaya çalışmak

Totalitarizmin gücü buradadır. Bir yalanın beş yüz bin kere, bir milyon kere söylenmesi gerektiğine inanır, bu sistemi kuranlar. Ve bunu yaparlar da. Sonunda yalanlarına inanan bir kitle yaratırlar ve bu kitle bir kez yaratıldıktan sonra sıra beş yüz bin kere bir milyon kere tekrarlanacak yeni yalanlara gelmiştir.

Son birkaç gündür İstanbul’a poyraz hakim olsa da, hava boğucu biçimde sıcak. Ve siyasette yaşadıklarımız düşünüldüğünde, ne yazık ki hava ile siyaset arasında bir korelasyon var. Sıcak ve boğucu bir yaz geçiriyoruz. Hele şu son hafta.

Geçtiğimiz Cuma Cumhuriyet davasının son günüydü. Hafta boyunca küçük bir salonda kan ter içinde izlendiği besbelli olan celsenin son oturumunu izlemek için artık neredeyse ikinci kapımız olan Çağlayan Adliyesi’nin yolunu tuttum. Hem salonda kısa bir süre de olsa bulunmak, tutuklu dostlarımızla hiç olmazsa göz göze gelebilmek, selamlaşabilmek, hem de duruşmanın nasıl cereyan ettiğine tanıklık edebilmek için. Epey zor uğraşlardan pazarlıklardan sonra Hasan abi, Hasan Cemal ile birlikte kendimizi salona atabildik. Girdiğimizde yılların deneyimli avukatı Fikret İlkiz etkileyici son savunmasını yapıyordu. Çoğu gazeteci ve avukat tek koltuğa iki kişi sıkışmış halde oturmuş, birçok dinleyici ayakta kalmış, bir kısmı ise arkadakilerin görüş açsını kapatmamak için çömelmiş vaziyette duruşmayı izlemekteydi. Kadri ile, Ahmet ile, Murat Sabuncu ile Musa Kart ile bir şekilde göz göze gelmeyi başarmak bu ortamda bir kazanımdı işin doğrusu.

Savunmaların ardından sıra savcılığın mütalaasına geldi. Yarım saatlik bir aradan sonra tekrar salona sığıştık. Savcı bu akla mantığa sığmayan iddianameye yönelik tarihsel savunmalar hiç yapılmamış gibi çoğu sanık için tutukluluk koşullarının devam etmesini istedi. Hakimin kararı için bir kez daha beklemeye geçtik. Mahkeme heyeti savcının tahliyelerine iki kişi daha ekledi ama sonuçta Akın Atalay, Murat Sabuncu, Kadri Gürsel ve Ahmet Şık’ın tutuklu kalmalarına karar verdi. Savcı üstelik Ahmet Şık’ın savunması hakkında suç duyurusunda bulunmaya karar vermişti. Tahliyeler elbette önemliydi ama salon pek nefes alınacak gibi değildi. Siyasetin boğucu, gıdım gıdım nefes aldırıcı havası hükmünü sürdürmekteydi, her anlamda. Üstelik mahkeme yeni duruşmanın Silivri’de yapılmasına karar vermişti. Belli ki duruşmaları izleme koşullarını daha da zorlaştırmak istiyorlardı.

Beri yandan 5 Temmuz’da gözaltına alınan ve sonrasında tutuklanan hak savunucuları için AKP medyası artık bir spor haline getirdiği karalama kampanyalarına hız kesmeden devam etmekteydi. Son marifetleri ise şuydu: Kadınların “kıyafetime karışma” eylemi, Maçka parkında bir kadının kıyafetine karışılması ve Urfa’da bir kişinin Atatürk heykeline saldırması belli ki Büyükada’da planlanmıştı. Türkiye karıştırılmak isteniyordu, plan devreye sokulmuştu!

Saçmalıklar silsilesinin sonuncusu hakkında artık bir yorumda bulunacak gücü bulamayacağımı hissettim. Daha doğrusu bu kötülük ayinine mantıkla cevap vermenin anlamsızlığı üzerime çökmüştü. Nefes almak gitgide zorlaşmaktaydı. Bir yandan da şunu düşünmekteydim ya da düşünmekteydik elbette.  Bu karalama ve saçmalama furyası ne kadar sürecekti ve bu saçmalıkları yazanlar nasıl bu kadar rahat olabiliyorlardı?

Akılları çalışmıyor değildi. Şu son yazdığım vakaların altında hak savunucularının olmadığını, olamayacağını, baştan beri yazdıklarının akla mantığa sığmadığını, sığamayacağını bilmiyorlar mıydı? Bir kısmı muhtemelen gayet iyi biliyordu. Ama bir kısmı ise bu yazdıklarına belki de inanıyordu.

Totalitarizmin gücü buradadır. Bir yalanın beş yüz bin kere, bir milyon kere söylenmesi gerektiğine inanır, bu sistemi kuranlar. Ve bunu yaparlar da. Sonunda yalanlarına inanan bir kitle yaratırlar ve bu kitle bir kez yaratıldıktan sonra sıra beş yüz bin kere, bir milyon kere tekrarlanacak yeni yalanlara gelmiştir.  Rakamları abartmıyorum.

Gezi için neler demişlerdi, hatırlayın. Kabataş yalanını, “Camide içki içtiler” yalanlarını hatırlayın. Bunların yalan olduğunu mesela kaç kişi biliyor 80 milyonluk Türkiye’de? Totalitarizm gücünü tekrardan alır. Bir cümleyi, bir fikri, bir yalanı, çarpıtılmış bir gerçeği binlerce kez tekrarlamaktan. Ancak bunun için medya gücünü tamamen ele geçirmelidir. Geçirdiler de. Bu yüzden bu gıdım gıdım nefes aldığımız atmosferdeyiz.

Bu atmosfer içinde muhalif ya da hakikate bağlı kalmayı tercih eden kesim ise aynı kudrette olmayabilir. Çünkü bu cephede iktidarın kötücül hırsı ve gaddarlığı yoktur. Ve en önemlisi: Kimi zaman, gerçek de olsa bir fikri beş yüz bin kere, bir milyon kere tekrar etme kararlılığı. Nihayetinde iki hafta arka arkaya benzer bir konuda yazı yazınca “Kendimi tekrar mı ediyorum?”  diye dertlenen insanlarız. Ama yalan binlerce kez geliyorsa gerçek de, binlerce mi artık bilmiyorum, çok defa tekrar edilmeli. Nefes almakta zorlansak da. Hak savunucusu arkadaşlarımızın Silivri Cezaevi’ne sevkedilmeleri aldığımız nefesi biraz daha azaltsa da.

Son olarak. HDP Diyarbakır’da başlattığı Vicdan ve Adalet Nöbeti’ni 1 Ağustos’ta İstanbul’a taşıdı. Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nda bir hafta sürecek nöbete çok sayıda milletvekili katılıyor. Ancak ilk günden itibaren polis, parkı ablukaya aldığı gibi civar yolları da trafiğe kapattı. Böylece Kadıköy trafiği de bir keşmekeş halini aldı. Belli ki devlet bu yolu seçerek ilçedeki insanların tepkisini HDP’ye yöneltmeyi de amaçlıyordu.  HDP’li vekillere ise parkta gölge olmayan tek yer uygun görülmüştü.

Yani yine gıdım gıdım nefes alabildiğimiz bir alan daha.

Bu boğucu yaz da geçecek. Gerçeği söylemekten vazgeçmeyelim.