‘The Promise’ daha yolun başında

‘The Promise’, Ermeni Soykırımı’nı mümkün olduğunca kapsamlı bir şekilde ele almaya çalışırken, gereğinden fazla hikâyeye el atmış.

Fatih Akın’ın 2014’te izleyiciyle buluşan ‘Kesik’ filminden sonra, Ermeni Soykırımı bu kez daha büyük ve iddialı bir prodüksiyonla beyazperdeye taşındı. Ruanda Soykırımı’nı konu alan ‘Hotel Ruanda’ filminin Oscar ödüllü yönetmeni Terry George’un, Kirk Kerkorian’ın kurduğu Survival Pictures şirketinin yapımcılığında çekilen ‘The Promise’ adlı filmi, yıldız oyuncuları ve çeşitli 1915 anlatılarını bir araya getiriyor. 

Arkasındaki onca desteğe, 90 milyon dolarlık bütçeye ve birlikte yola çıkılan dev isimlerden aldığı güce rağmen, ‘The Promise’, Ermeni Soykırımı üzerine çekilen herhangi bir filmin karşılaşacağı türden zorluklarla baş başa kalmaktan kurtulamadı. Belki de, filmin geniş kitlelere erişme olasılığı ve bunun yaratabileceği etkinin boyutları, tepkilerin daha da büyümesine yol açtı. Beklenen bir karalama kampanyası, ardından IMDb (İnternet Film Veri Tabanı) üzerinden yürütülen puanlama savaşı... Yapım henüz izleyiciyle buluşmadan ortaya çıkan bu durum, filmle ilgili beklentileri ya gereğinden fazla yükseltti ya da yerle bir etti. Sonuçta ‘The Promise’i henüz seyretmemiş olanların bile, onunla ilgili söyleyecek şeyleri vardı.

Projenin tanıtım metinlerinde ya da IMDb’deki özetinde belirtildiği üzere “Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde yaşanan bir aşk üçgeni” değil, basbayağı bir soykırım filmi ‘The Promise’. Söz konusu aşk üçgeni, tek seferde çok şey anlatmaya çalışan, aslında bunu kendine görev edinen, yapımdaki üç ana karakter etrafında gelişen hikâyeleri birbirine bağlamak için kullanılıyor. Üç başrolü paylaşanlar Oscar Isaac, Charlotte Le Bon ve Chrsitian Bale olunca da, aşk hikâyesi, filmde ağırlık kazanan temalardan biri haline geliyor.

Holokost hatırlatması

Mikael (Oscar Isaac), Musa Dağ eteklerindeki Sirun köyünde, babası Vartan Boğosyan’ın (Kevork Malikyan) işlettiği ecza dükkânında çalışırken, aile mesleğini bilimsel bir şekilde sürdürebilmek için İstanbul’da tıp öğrenimi görmeye karar verir. Öğrenciliği sırasında kaldığı akraba evinde, çocuklara dans dersi veren, Paris’ten gelen Ermeni güzel Ana Kesaryan’la (Charlotte Le Bon) tanışır. Savaş sırasında ülkede olup bitenleri takip eden Associated Press muhabiri Chris Myers (Christian Bale) ile birlikte İstanbul’da bulunan Ana, iki erkeğe karşı duyduğu hisler arasında kalır. Ermeni halkına yönelik şiddet eylemleri alevlenirken, Ana ile Mikael birbirine daha da yakınlaşır. Ancak bir zaman sonra ülkenin akıl almaz derece acımasızlaşan gerçekleri, bu üç insana, aşk ve kıskançlık duygularını geri plana atarak, uzanabildikleri Ermenilere yardım etmekten başka çare bırakmaz. Mikael en başta ailesini kıyımdan kurtarmaya çalışırken, Ana çocuklar için sıvar kolları. Chris ise Osmanlı otoriteleriyle ters düşmekten çekinmeyerek, yaptığı haberler ve kurduğu bağlantılarla Ermeni halkının uğradığı kıyımı dünyaya duyurmaya çalışır.

Franz Werfel imzalı ‘Musa Dağ’da Kırk Gün’ romanını sinemaya taşımak isteyen MGM yapım şirketinin siyasi baskılar nedeniyle projeyi rafa kaldırdığı, daha sonra şirketi satın alan ve bu işe tekrar niyetlenen Kirk Kerkorian’ın da projeden vazgeçmek zorunda kaldığı biliniyor. 2015’te yaşamını kaybeden Kerkorian’ın arzusu, ‘The Promise’le birlikte kısmen de olsa yerine geliyor. Film baştan sona bir direniş hikâyesi olmasa da, Musa Dağ’da verilen hayatta kalma mücadelesini, kendilerini savunmak için dağa çıkan ve günlerce imkânsızlıklar içinde savaştıktan sonra, kıyıya yanaşan bir Fransız gemisi tarafından kurtarılan bir topluluk üzerinden anlatıyor. Ermeni yakınlarına ve dostlarına yardım etmek için kendi canını tehlikeye atmaktan çekinmeyen Türklerin de unutulmadığı filmde, o ‘iyi insanlar’ın varlığı Emre Ogan (Marwan Kenzari) karakteri aracılığıyla hatırlatılıyor. Mikael’in bir tren vagonunda insanlık dışı koşullarda taşınan ve havasızlıktan boğulmak üzere olan bir grup Ermeni’ye yardım etmeye çalıştığı sahneyle, Holokost filmlerine gönderme yapılıyor.

‘The Promise’ Ermeni Soykırımı’nı mümkün olduğunca kapsamlı bir şekilde ele almaya çalışırken, gereğinden fazla hikâyeye el atmış. Üzerinden bir asır geçtikten sonra ancak geniş çaplı sinema yapımlarına konu olabilen bir meseleyi ve 1915 gibi bir yılı, daha ufak, odaklı ve bireysel hikâyeler aracılığıyla ele almanın da zamanı gelecektir elbet. Ancak şimdilik belki de 1915’te yaşanan tutuklulukları da, askere alınan Ermenileri de, karnında bebeğiyle birlikte öldürülen anneleri de, üst üste yığılan cansız bedenleri de, Ermeni yetimleri de, direniş ve kahramanlık öykülerini de bir arada işleyen yapımlara ihtiyaç var. Çünkü sinema, Ermeni Soykırımı konusunda henüz yolun çok başında. 

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema

Etiketler

The Promise


Yazar Hakkında