J. M. Coetzee’den 21. yüzyıla bir ‘Emile’

‘The Childhood of Jesus’ ve ‘The Schooldays of Jesus’ romanlarına eğitimbilimsel bir bakış

FIRAT GÜLLÜ

“İnsanın sanat yaşamı, şematik olarak iki, belki de üç evre olarak düşünülebilir. Birinci evrede büyük bir soruyla karşılaşırsın veya o soruyu kendin ortaya atarsın. İkinci evreyi o soruyu cevaplamakla geçirirsin. Ve sonra, yeterince uzun yaşarsan o sorunun sana sıkıcı geleceği ve başka konulara ilgi duyacağın üçüncü evre gelir.”

J.M. Coetzee / ‘Burada ve Şimdi’

'Barbarları Beklerken’ 1980’lerin ikinci yarısında Türkçe olarak yayınlandığında roman, 12 Eylül’ün puslu ortamı yeni yeni dağılırken, farklı bir ruh haliyle okunmuş olmalı. Coetzee’nin Türkçe’ye çevrilen ilk üç romanı Adam Yayınları tarafından birbirinin ardı sıra yayınlanarak 80’ler sona ermeden Türkiyeli okurla buluşmuştu. Güney Afrika’da Apartheid rejiminin devam etmekte olduğu ama Mandela’nın liderliğindeki siyah hareketinin uluslararası alanda destek bulmaya başladığı yıllardı. ‘Barbaları Beklerken’de (1980) Güney Afrika’da yaşanan büyük utancı simgeleyen,  baskı, sömürü, zulüm, adaletsizlik yüklü son derece karanlık bir ‘uygarlık’ tasviri vardır. Yazarlık kariyerinin ilk evresini yaşamakta olan genç Coetzee, edebiyat tarihi içerisinde sürekli hesaplaşmaya girdiği ustalarından birisinin, Kavafis’in sorusuna kendi üslubu içerisinden yanıt vermekteydi: “Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?” Uygarlığın sonu gelmez yayılma isteği ve kendisine benzemeyeni yutma, kapsama hırsı bir gün tüm dünyada uygarlık dışı tek bir alan bırakmayacak mıydı? Coetzee ustası gibi düşünmüyordu: Uygarlık denen baskı ve zülüm sistemi var olduğu sürece aslında kendi barbarını yaratmaya, icat etmeye devam edecekti. Çünkü barbarlara ihtiyacı vardı. Sonraki iki romanı, ‘Micheal K Yaşamı ve Yaşadığı Dönem’ (1983) ve ‘Düşman’ (1986)  ise başarısız olmaya mahkûm bir uygarlıktan kaçma, kurtulma, saklanma çabasını eksenine alıyordu. ‘Düşman’da kaynak metin daha sonra yazarın Nobel ödülü sonrası verdiği dersin de konusunu oluşturacak olan Daniel Defoe’nun ‘Robinson Cruseo’suydu.

1990’larda Coetzee’yi Türkiye’de adından çok fazla bahsedilen bir yazar olarak hatırlamıyorum. Bu en azından mensubu olduğum kuşak için böyleydi. Bizim jenerasyonun Coetzee ile karşılaşma macerası daha çok 2000’lerin başında ‘Utanç’ (1999) ile gerçekleşti. Zaten sonraki yıllarda Nobel Edebiyat Ödülü’nün gelmesiyle Coetzee dünyada ve Türkiye’de eserleri daha ilgiyle karşılanan bir yazar haline geldi. ‘Utanç’ ile birlikte Türkçe çeviriler için Can Yayınları dönemi başlamıştı. Yazarın Türkçeye daha önce çevrilen ve henüz çevrilmemiş çok sayıda eseri hızla Türkiyeli okurlarla buluşmaya başladı. Coetzee tanıtılırken onun The Man Booker ödülünü iki kez kazanmayı başaran tek yazar olduğu söylenir sıklıkla. İlki ‘Micheal K.’ ile ikincisi ise ‘Utanç’ ile kazanılmıştır. Aslında bu iki kitap onun yazarlık kariyerinin iki farklı evresine denk düşmekteydi. Coetzee’nin Türkçeye çevrilen ilk kitaplarında hâkim olan alegorik üslup ilk olarak ‘Demir Çağı’ (1990) ile yerini daha Realist bir üsluba bırakmaya başlamıştı. Entelektüelin içinde yaşadığı toplumla kurduğu ilişki ve etik sorumlulukları bu romanın ana temalarından birisini oluşturuyordu. ‘Demir Çağı’ Alan Yayıncılık tarafından yayınlanan tek Coetzee romanıdır ve onun kitapları içerisinde ‘Apartheid rejiminin zulmünü ve baskılarını açık biçimde konu edinen tek eserdir. Mandela bu eserin yazıldığı yıl hapisaneden çıktı ve 1994’te de Güney Afrika’nın ilk siyah Cumhurbaşkanı seçildi. ‘Demir Çağı’ndan ‘Utanç’a uzanan çizgi de ara nokta ‘Petersburglu Usta’ (1994) idi. Bu eserde Coetzee hayranı olduğu Rus yazar Dostayevski’nin hayatındaki kısa bir dönem üzerinden farklı bir biçimde de olsa önceki kitabına hayat veren etik tartışmaları gündeme getirdi. ‘Utanç’ şüphesiz bu ikinci evrenin zirve noktası oldu.   

2002 yılıyla birlikte Coetzee’nin hayatında yeni bir dönem başladı. Yazar Avusturalya’ya taşındı ve 2006 yılında da bu ülkenin vatandaşlığına geçti. Bu ülkede yazdığı ilk roman Avusturalyalı yazar Elizabeth Castello’nun metinlerinden esinlenerek keleme aldığı ‘Romancının Romanı’  (2003) idi. Bunları yeni vatanda kaleme alınan ‘Yavaş Adam’ (2005) ve ‘Kötü Bir Yılın Güncesi’ (2007) izledi. Konular hayvan hakları, mültecilik sorunları, neo-liberalizmin yıkıcı etkileri gibi alanlara doğru kaymıştı. Yazarın da dediği gibi Güney Afrika yıllarının yakıcı sorunları yerini yazara heyecan veren yeni konulara bırakmaya başlamıştı. Bu dönemde Paul Auster ile, mektuplaşmalarını kitaplaştırmaya karar verdiler. ‘Burada ve Şimdi’ (2013) adıyla yayınlanan bu kitapta Edward Said’e gönderme yapılarak kullanılan ‘geç dönem üslubu’ kavramı için Coetzee şu sözleri kullanılıyordu:  “Edebiyat alanında geç dönem üslubu, bence basit, bastırılmış, şatafattan uzak bir dille ve gerçekten önem taşıyan, hatta yaşam ve ölüm gibi meselelere odaklanmakla başlar. Tabii o başlama noktasını bir kez geçtin mi, yazı işi bizzat üstlenir ve seni kendi gideceği yere götürür. Vardığı nokta asla basit, bastırılmış olmayabilir.” 

Yazar bu sözlerle adeta henüz Türkçeye çevrilmeyen son iki romanını, ‘The Childhood of Jesus’ (2013) ve ‘The Schooldays of Jesus’ı (2017) kastediyor gibidir. İnsan toplumlarının kendilerini yeniden üretme mekanizmaları ve genç bireylerin eğitimi konusunu merkezine alan bu iki romanın yazarın üçüncü evre dediği dönemin bir uzantısı mı, yoksa yeni bir evrenin başlangıcı mı olduğuna okur karar verecektir.

***

ukarıda da kısaca özetlemeye çalıştığımız gibi Coetzee’nin yazarlık hayatının her döneminde gözde temaları ve gözde yazarları olmuştur. Eserlerinin hatırı sayılır miktarı, hayranlık duyulan bu gözde yazarlarla hesaplaşma içeren yapıtlar olmuştur: Konstantine Kavafis, Daniel Defoe, Fyodor Dostoyevski, Elizabeth Castello dolaylı ya da açık biçimde Coetzee’nin kitaplarına konu oluşturmuşlardır. Coetzee’nin eğitim sorunu üzerine kafa yorduğu son iki romanında da ünlü Aydınlanma filozofu Rousseau ve onun ‘Emile ya da Eğitim Üzerine’ (1762) başlıklı yapıtı yazara önemli bir ilham kaynağı olmuş gibi görünmektedir. 

‘Emile ya da Eğitim Üzerine’ adlı eserinde Rousseau, kendisini hayali kahramanı Emile’in mürebbisi tayin ederek, okurla 18. yüzyıl Fransa’sında doğmuş bir çocuğun bebeklikten yetişkinlik evresine kadar süren eğitim süreci üzerine uzun bir tartışmaya girişir. Eser filozofun okura seslendiği bir monolog şeklinde kaleme alınmıştır ve dört temel bölümden oluşur:

• Emile’in 0-5 yaş arasındaki dönemine odaklanan bebeklik,

• 5-12 yaş dönemine ayrılan çocukluk,

• 12-15 yaş dönemini konu edinen erken gençlik,

• 15-18 yaş dönemini merkezine alan genç yetişkinlik.

Rousseau Emile’ini sağlıklı, güçlü ve sorunsuz bir doğum yaşamış bir bebek olarak hayal eder. Ancak o bir yetimdir. Çünkü kendi eğitim anlayışını tam bir mükemmellikle yürütülebilmek için anne ve babanın devrede olmadığı, mürebbinin eğitimle ilgili tüm kararları kendisinin vereceği bir ilişki tasarlamaktadır kafasında. İki şartı vardır: Emile her türlü kararda yalnızca kendisine boyun eğecektir ve ikisinin ilişkisi ancak ikisinin rızasıyla sona erecektir. Dışarıdan hiçbir otoritenin müdahalesine izin yoktur. Mürebbi kendisine yardımcı olmak üzere bir sütanneyi bizzat kendisi belirleyecektir. Ondan beklenen çocuğun beslenme, sevgi, bakım ve temizlik ihtiyaçlarını sabırla karşılamasıdır. Aynı zamanda Mürebbi ile hiçbir konuda ters düşmemeli, çocuk onları tüm kararlarda ortaklaşmış tek ve aynı kişiymiş gibi algılamalıdır.

Rousseau’ya göre bir çocuğun hayatında eğitimin en etkili olduğu dönem hayatının ilk on yıldır. Bu dönemin ikinci yarısı ise ilk yarısında oranla daha da önemlidir –ki biz buna kendi eğitim sistemimiz içerisinde ilköğretim çağı diyoruz. Bu dönemde çocuk çevresi ile ilişki kurmaya başlar. Etrafındaki iyi ya da kötü örneklerin etkisi altında kalır. Duyuları geliştiği için çevre ile temas kurar ve onu incelemeye, doğayı ve toplumu tanımaya başlar. Rousseau’ya göre büyümenin bu evresinde çocuğu ezberci eğitimin, klasik okul sisteminin ve kitapların dünyasına sokmak onun doğal gelişimini sekteye uğratacaktır. Bunun yerine çocuk kırsal kesime götürülmeli ve bu yılları orada doğayla iç içe geçirilmelidir.

Coetzee’nin her iki romanının yapısını oluşturan koşullar büyük oranda yukarıda özetlemeye çalıştığımız çerçeveye sadık kalırlar. Coetzee’nin edebiyat tarihinin dönüm noktalarını teşkil eden metinlerle giriştiği hesaplaşmaların onun yazarlık kariyerine yön verdiğini daha önce belirtmiştik. ‘Chlidhood of Jesus’ (İsa’nın Çocukluğu) ve ‘Schooldays of Jesus’ (İsa’nın Okul Günleri) romanları da Rousseau’nun ‘Emile’ ile girişilen hesaplaşmanın ürünleri olarak okunabilirler.

Bu iki romanda Coetzee’nin ‘Barbarları Beklerken’, ‘Micheal K.’ ve ‘Düşman’a benzer alegorik üsluba geri döndüğüne şahitlik ederiz. New York Times’ın 29 Ağustos 2013 tarihli sayısında yer alan bir değerlendirme yazısında Joyce Carol Oates, ‘Çocukluk’ üzerine yazdığı eleştiri yazısında,  romanı ‘distopya’ türünün bir örneği gibi okuyabileceğimizi belirtir. Ancak ‘Barbarları Beklerken’ ile tezat, ‘geç dönem üslubu’ ile tutarlılık teşkil edecek biçimde,  oldukça yumuşak bir atmosfer hâkimdir romana. Eser adı sanı belirsiz bir Latin ülkesine gelen iki mültecinin hikâyesi üzerine kurulmuştur: İspanyolca konuşulan bu ülke kendilerine verilen isimlerle 60 yaşlarındaki Simon ve 6 yaşında olduğu tahmin edilen David. İki karakter gemide karşılamışlar ve adam yetim kalan çocuğa güvenli bir yaşantı sağlayana kadar onun hamiliğini üstlenmiştir. İlk geldikleri yer ülkenin en büyük şehri olan Novilla’dır.

Kent genelde Coetzee’nin erken dönem eserlerinde gördüğümüz, uygarlığın türlü çeşitli baskılarının vücut bulduğu bir yerleşim olarak çıkmaz karşımıza. Tam tersine, bu ülkenin insanları mültecileri için ‘ütopik’ denebilecek bir misafirperverliğe sahiptirler. Kısa süre içerisinde beslenme, barınma ve çalışma hakları sağlanır ve kolaylıkla toplumsal yaşama dâhil olurlar.

Tüm bunlara rağmen Simon iki nedenden dolayı mutlu hissetmez kendini: Öncelikle bu ülkenin insanları tüm misafirperverliklerine, medeniliklerine rağmen ilginç bir şekilde tüm tutkularından arınmış gibidirler; yaşamlarında tutkuya hiçbir biçimde yer yoktur.  Sosyal bir devletin yönetimi altında materyalist hırsların en aza indirgendiği, insanların en temel ihtiyaçlarının rahatlıkla karşılanabildiği, sosyal ilişkilerde saygının ön planda olduğu, sadece insan haklarına değil hayvan haklarına da saygı gösterilen, insanların etle değil tahıl ürünleriyle beslendiği, ahlaki normların kişiler üzerinde baskı oluşturmadığı bu kurgusal mekânda, aşırı uygarlaşmış ve insan doğasından kaynaklanan başta seks olmak üzere tüm tutkularını “rasyonel” bir toplumsal sistemin kuralları dâhilinde baskı altına almışlardır. İnsan ilişkilerinde aşk, sevgi, dostluk gibi kavramlar birer sapma olarak görülmektedir. 

Bu yeni ülkenin yeni kurallarına alışmaya çalışan Simon’un ikinci mutsuzluk kaynağı ise David için arayışını sürdürdüğü anneyi bir türlü bulamamasıdır. Pek çok adaya rastlamasına rağmen hiçbiri onu tatmin etmez. Sonunda ülkede gördüğümüz tek ayrıcalıklı grubun nispeten ‘sosyetik’ bir yaşantı sürdüğü özel bir yerleşim yerinde rastladığı Inés de karar kılar. Çocuğun beslenmesi, bakımı, temizliği gibi konularda çok daha güvenilir olduğu kanaatine sahip olduğumuz diğer başka adayların aksine neden onu seçtiğini anlamakta zorlanırız. Ancak Inés romanın ilerleyişi içerisinde Rousseau’nun bir sütanneden beklediği işlevleri fazlasıyla yerine getirecektir. Tek bir farkla: Neredeyse hiçbir konuda Simon ile hemfikir değildir ve bir aile olmamalarına rağmen birlikte yaşadıkları süre boyunca David’le ilgili kararlarda çoğunlukla çatışma yaşarlar.

David yeni geldiği ülkeye alıştıkça rahatlar. Hayal gücü yüksek, zeki ve sıra dışı bir çocuktur. Romanın ilerleyişi sırasında uzun süre çatışma yaratacak bir durum oluşmadığı için bir olay örgüsünün doğmasına yol açacak temel gerilimler de oluşamaz. Ta ki David okul çağına gelinceye kadar. Rousseau’ya göre, Emile 12 yaşına kadar hiç kitap okumayacaktır. 12 yaşında okuyacağı ilk kitap ise Robinson Cruseo olacaktır. Henüz hazır olmadığı bir çağda çocuğu yazılı kültürün alanına zorla somak konusundaki düşüncelerini şöyle ifade eder: “Sonsuza dek nefret edecekse okumanın ona ne faydası var?” Küçük David 12 yaşını beklemeden, modern toplumlarda adet olduğu üzere 7 yaşında yasalar gereği evine en yakın olan devlet okuluna kayıt yapmak zorunda kalacaktır. Bu noktadan sonra yazar bizleri, zorunlu eğitimin gerekli olup olmadığı, standardizasyonun çocukların farklılıklarını yok etmesinin nasıl engellenebileceği, sosyalleşmenin kurumlar aracılığıyla zorlamaya dayalı olarak mı toplumun doğal işleyişi içerisinde mi gerçekleşmesinin daha doğru olduğu yolundaki yakıcı sorunlarla baş başa bırakacak bir anlatı ortaya koymaya başlayacaktır.

***

J. Rousseau’nun eğitim konusundaki düşünceleri genellikle onun eğitimde “Natüralist” ekolün kurucusu olarak kabul edilmesine yol açmıştır. Natüralistler doğanın ve insan doğasının işleyişine aykırı olan bir eğitim anlayışının doğru olamayacağını savunmuşlardır. Çocuğun zorlayıcı bir otorite aracılığıyla toplumsal sisteme entegre edilmesinin, çağdaş insanın en büyük mutsuzluk kaynaklarından birisi olduğunu savunurlar. Onlara göre eğitimde temel değer otorite değil, özgürlük olmalıdır. Ceza-ödül sistemi korku yoluyla çocuğu belirlenmiş kalıplara uymaya zorlamakta ve onu etik açıdan yozlaştırmaktadır. Bunun yerine çocuk ve gençlere uygun bir yönlendirmeyle kendi eylemlerini seçme olanağı sağlanmalı ve bu eylemin olumlu ya da olumsuz sonuçlarının sorumluluğunu alması sağlanmalıdır: “İradesini gerçekleştiren tek insan, bunun için başkasının yardımına gereksinimi olmayan insandır. Buradan tüm iyiliklerinin en başta geleninin otorite değil, özgürlük olduğu sonucu çıkar. Gerçekten özgür olan insan yalnızca yapabileceğini ister ve hoşuna gideni yapar. İşte benim temel özdeyişim.” 

Rousseau Emile’i küçük yaşta şehirden kaçırıp onu kırda büyüterek doğayla tanışmasını sağlar. Bu yaşlarda çocuğun duyuları açılmıştır ve doğayı duyumsayabilecek haldedir. Ancak doğal bir ortamda bir çocuk kendi doğasına dair keşiflerde bulunabilecektir. Doğa da gelişmeler evrimsel ve bir sürecin sonunda gerçekleşmektedir. Büyüme de böyle bir süreçtir. Eğitim her çocuk için farklı yaşanan bir süreçtir, her çocuk aynı anda aynı aşamadan geçemez. Her çocuk ayrı bir bireydir ve yetişkinliğe ulaşırken çok farklı seyir yollarından ilerlerler. Her çocuk ancak hazır olduğunda öğrenir. Yaygın standart eğitim bireyin kendi özgünlüğü içerisinde evrimsel olarak gelişmesini engeller: “İnsanların meydana getirdiği toplumsal kurumlar doğanın kurallarıyla ile çatışıyorsa eğitimin bu ikisi arasında uyum kurması imkânsızdır. Bu durumda ya bir insan ya da bir vatandaş yetiştirmek arasında bir tercih yapmaya zorlanırız. Bir insan yetiştirmek için doğanın kurallarına, bir vatandaş yetiştirmek için toplumsal kurallara bağlı kalmak zorunda kalırız.” 

Eğitmenin rolü belli belirsizdir. Öğrencinin içerisinde devineceği ortamı belirlemeli ve öğrenciyi bu ortamla etkileşime geçmeye teşvik etmelidir. Rousseau yaygın eğitimde olduğu gibi öğrencinin beynini bilgilerle doldurmaya çalışmayan, onun kendi doğrularını bulması için ona rehberlik eden bir öğretmen tipinin savunusunu yapar.   

Bertrand Russel’ın da belirttiği gibi Rousseau modern zamanlarda eğitimde reform yapmak isteyen herkes için ilham kaynağı olmuştur. Bununla birlikte Russel onun eğitim anlayışının en temel eksiğinin “demokrasi” olduğunu savunur.  Tek kişinin özel eğitimi ancak aristokratların yararlanabileceği bir lükstür. Eğitimin demokratikleştirilmesi ve yaygınlaştırılması için bu modeli örnek almak imkânsızdır. Bununla birlikte Rousseau’nun eğitimin niteliğini arttırma yolundaki hedeflerinden kitleler içerisinde eşitliği sağlama uğruna tümüyle vazgeçmek de anlamlı değildir. İdeal bir eğitim reformunun hedefi toplumun üyesi olan her genç erkek ve kadını yüksek kalitede eğitmek olmalıdır. 

Modern eğitim felsefelerinin oluşumunda önemli role sahip diğer bir eğitimci, John Dewey’e göre ise Rousseau’nun yaklaşımında sorunlu olan en önemli etmen onun doğayı nihai bir hedef olarak belirlemesi ve çocukların kendi doğallıklarına bırakıldığında normal bir gelişim seyri göstereceklerine yönelik duyduğu inançtı. Dewey’e göre doğaya yönelik bu mutlak inanç politik bir dogmadan başka bir şey değildi. Rousseau’nun var olan toplumsal kurumlara, geleneklere ve ideallere dönük isyanını simgeliyordu. Ancak Rousseau’nun eğitimin her birey için standartlaştırılamayacağı, her çocuğun farklı bir büyüme serüveni yaşayacağının unutulmaması gerektiği ve her bireyde farklı bir seyir izleyen biyolojik gelişmenin eğitimciler tarafından dikkate alınması gerektiği yolundaki tezlerini Dewey de desteklemekteydi. 

***

“Akademimiz kendisini,
ruhlarını evrenin temelinde yatan hareketle, ya da bizim söylemeyi tercih ettiğimiz şekliyle,  evrenin dansıyla uyumlu hale getirmek için öğrencilerimize rehberlik etmeye adamıştır
.”

Coetzee / “The Schooldays of Jesus”

ğitime dönük tartışmaların kriz zamanlarında yoğunlaşması bir tesadüf olmamalı. Rousseau ‘ancien régime’in çözülme sürecinin hızlandığında, modernitenin ayak seslerinin şiddetli biçimde hissedildiği yeni bir çağın şafağında geleceğin eğitiminin nasıl olması gerektiğini tartışıyordu. Dewey ya da Russel gibi 20. yüzyılın etkili eğitim filozofları, sanayi çağının İngiltere hegemonyasında gerçekleşen ilk altın döneminin sone erdiği, dünya savaşlarının yaşanmakta olduğu bir dönemde aktif oldular. Coetzee gibi uygarlığın işleyişi, krize sürüklenişi ve tıkanmasıyla ilgilenen düşünce insanlarının yüzyıl dönümüyle beraber yeniden eğitimi tartışmaya başlamalarının şu anda yaşamakta olduğumuz krizden bağımsız düşünülmesi imkânsız.

Coetzee’nin 21. yüzyıla dönük eğitim karabasanlarının ve düşlerinin temelinde ne yatıyor? Son iki romanında ana hatlarını ortaya koyduğu ‘ütopik’ toplumun tüm yumuşaklığına rağmen eğitim söz konusu olduğunda standart bir baskı aygıtı haline dönüşmesi, tüm o yasalar, uygulamalar ve uzman raporlarıyla okul sisteminin küçük bir çocuğun kabusu haline gelmesini nasıl açıklayabiliriz? ‘Barbarları Beklerken’de resmedilen Güney Afrika’nın ‘apartheid’ gerçekliğinin sert, acımasız, insanlık dışı ‘uygarlık’ının yerini, bu yumuşak, sosyal güdüleri güçlü, insani bir topluluk bile alsa sonuçta toplumsallaşma denilen olgu kapsama alanına aldığı bireylere bedeller ödetmeye devam etmektedir. Bu bağlamda ekonomik anlamda sanayi kapitalizminin, siyasi anlamda da ulus-devletlerin etkisini taşıyan, tüm 20. Yüzyıla damgasını vurmuş ve artık gelenekselleşmiş olan zorunlu kitle eğitiminin hayatımıza bir baskı aygıtı olarak girişini resmediyor Coetzee, Simon ve David’in hikâyesinde. 

Bununla birlikte Coetzee’nin eğitim düşlerinin Rousseau’dan ayrıştığı önemli anlar da söz konusu. Özellikle ikinci romanda olay örgüsünün oluşumunda önemli roller oynayan Anna Magdalena ve Dimitri karakterlerinin ilişkisinde, Dewey’in ortaya koyduğu şekliyle doğa ve toplumsal fayda çatışmasının ön plana çıktığını görürüz. Yukarıda belirttiğimiz gibi tutkuya yer olmayan bu kurgusal toplumda, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inden fırlayıp gelmiş gibi duran Dimitri karakteri tüm yaşamını bir kadına, David’in severek ve isteyerek, büyük bir tutkuyla devam ettiği tek okul olan Dans Akademisi’nin müdürü ve başöğretmeni Anna Magdalena Arroyo’ya duyduğu aşka adaması sık rastlanmayan bir durum olarak sunulur. David yeni geldiği ve kurallarına uyum sağlamakta zorlandığı bu ülkede Dimitri’ye karşı Simon’un açıklamakta zorlandığı bir bağlılık hissedecektir. “Her şeyin en iyisini yapan doğa, insanı önce böyle yarattı. Ona yaşamını sürdürmesi için gerekli arzuları ve bu arzuları gidermesi için yeterli yetileri derhal verdi” der Rousseau “Emile”de. Dimitri’nin Coetzee’nin roman kahramanları içerisinde en sahici karakterlerden birisi olması bir yana, Rousseau’nun iyimser yaklaşımının aksine yıkıcı bir figüre dönüşmesi okur olarak bize çok çarpıcı gelir. Tabii tüm bu süreç David’in büyüme serüveninde dönüm noktası oluşturacak hayati öneme sahip olaylara şahitlik etmesini sağlar.

David’in ‘büyüme’ serüveninde önemli rol oynayacak diğer bir karakter zorunlu eğitimin kıskacından kurtulmak için göçtükleri Estrella adlı küçük bir kasabada faaliyet gösteren bir dans akademisinin kurucusu ve yöneticisi olan Ana Magdalena  Arroyo’dur. David’in okul fobisini yenerek toplumsal bir kurumda akranlarıyla birlikte çalışma isteği duymasını sağlayan bu alternatif eğitim merkezi neo-Platoncu bir eğitim felsefesini hayata geçirmeyi hedeflemektedir. Platon ‘Devlet’in VII. kitabında ayrıntılı bir biçimde eğitimi tartışır. Ona göre küçük çocukların eğitimi müzik, jimnastik, matematik ve astronomi üzerine kurulmalıdır. Arroyo’ların deneysel okulu tüm bunları sentezleyen bir anlayışla eğitim vermektedir. Anna Magdalena akademinin temel prensiplerini şu şekilde özetler: “Bildiğiniz gibi karıncaların hafızası yoktur. Toprağın içinden doğar ve yine onun içinde ölüp giderler.  Karıncalar yasalara saygılı yaratıklardır. Toplama çıkarma yasalarına itaat ederler. Biz kendi akademimizde karınca yasalarını öğretmiyoruz. Tahmin ediyorum ki nedenini anlayabiliyorsunuz. Çünkü çocuklarınızın karıncalara dönüşmelerini istemiyoruz.”

Simon, Inés ve David arasındaki ilişkiler otoriteye dayanmayan, her üç bireyin kendi özgürlüklerini ve farklılıklarını korudukları insani etkileşim anlarına dayanıyor. David’in büyüme serüveninin sadece kendisini değil, manevi anne ve babasını da dönüştürdüğüne şahitlik ediyoruz. İkinci romanın final bölümünün, artık kendisi de Dans Akademisi’nin bir öğrencisi olan Simon’un sahne üstündeki ilk deneyimine ayrılmış olması bunun en güzel göstergesidir aslında: “Kollar açıldı, gözler kapandı, ayaklarını sürüyerek yavaşça bir daire çizdi. Ufkun üzerinde ilk yıldız yükselmeye başlamıştı.”