Karanlığın son günü

BİLGEHAN UÇAK 

Bir rejimin ne olduğunu size hapishaneleri söyler. Ne caddelerdeki bayrak direklerinin boyu, ne sandık sonuçları ne de herhangi başka bir şey. Ultrason cihazları gibi, sadece hapishanelere bakarak bütün kanserli hücreleri görebilirsiniz. O rejimin kendini neyin üstüne bina ettiğini gösterir. Kimlerin hapse düştüğü, neden düştüğü, ne kadar süre “içeride” kaldıkları, dahası içerdeyken başlarına neler geldiği, işkence, yargısız infaz, dayak, tecrit, hücre, savunma hakkı…

Bütün bunlara bakarak, o rejimin cemaziyülevvelini bilirsiniz. Bazı ülkelerde düşünmek, fikir üretmek, ürettiği fikri yaymak, başkalarıyla paylaşmak gibi suçlar vardır, bu suçların cezası ağırdır. Ama “içeride” yaşananlar öyle ha deyince öğrenilemez. İçeride yaşanan ne varsa bunu “dışarıya” birilerinin anlatması gerekir ama bu anlatı da birçok handikapı içinde barındırır. Kim anlatacaktır yaşadıklarını? Başına gelenlerini? Karşılaştıklarını? Ayrıca, ne kadarını anlatabilecektir? Ne kadarının bilinmemesini ister? Saklayacağı, asla anlatmayacağı travmaları nelerdir? O travmalar, içinde öbek öbek büyürken neler düşünmüş, neler yaşamıştır? Anlatmayana da sorulmaz hiçbir şey; ne anlattıysa, ne kadar anlattıysa onunla yetinilir.

‘İçeride’ büyümek

Dersim üstüne yazdığı kitaplarıyla tanıdığım, Neşe Düzel’e verdiği söyleşiden bir süre sonra Taraf’ta başladığı köşeyazılarını hiç sektirmeden okuduğum Cafer Solgun, ömrünün en verimli, en faydalı olabilecek onsekiz yılını hapiste geçirmiş.

“‘İçeride’ büyüdüm. Denilebilir ki, kişiliğim de ‘içeride’ şekillendi.” Böyle diyor ‘Demeyin Anama, İçerideyim’in arkakapağa da alıntılanan bölümünde. 12 Eylül’ü içeride yaşamış, onun mezalimiyle içeride tanışmış Cafer Solgun. Sağmalcılar, Metris, Davutpaşa, Sinop… Mahpusluk uzun olunca hapishaneler arasında da epey dolaşmış.

13 Eylül sabahı, Hüseyin’den [Karakuş] duyduk haberi. İrfan [Çelik], sabaha karşı intihar etmişti. Tuvalette, çarşaftan yaptığı bir ipi pencere demirine bağlayıp kendini asarak… (…) İrfan Çelik, örgütünün (o zamanki adıyla Devrimci Halkın Birliği) ileri kadrolarından biriydi. Sorguda çözülmemişti. Yaşamına son vermesi, onun koşulları ve elbette ki o günlerin psikolojisiyle doğru anlaşılabilir.” Aynı sabah, arkadaşlarının acılar içinde intihar ettiği haberini aldıkları sabah…

O sabah, sayımda, hiçbir neden yokken, saldırdılar. Her tarafımız mosmor oluncaya kadar dayak yedik. Aynı gün, sayımdan sonra, koğuşun büyük ve geniş penceresinin kenarına oturup kışla içerisindeki ağaçları seyre dalmış bir arkadaşı, Turan’ı, pencerenin dibindeki nöbetçi asker ‘Oradan in, yasak!’ diyerek uyardı. Pencereden görebildiğimizce dışarıyı, kışla bahçesini izlemek yegâne ‘lüksümüz’ idi. ‘Ya, burası pencere, bir şey yaptığım yok, oturuyorum,’ dedi Turan. Turan, daha sözlerini bitirmemişti ki, ‘bamm’ diye bir silah sesi ve ardından, Turan, kanlar içerisinde üzerimize yuvarlandı. Asker onu karnından vurmuştu.”

Rejimin aynası

İşkence, intihar, dayak, cinayet, ölüm… Bir rejimin ne olduğunu size hapishaneleri söyler. Sadece bu günü yaşamış bir insan, hayatının gerikalanını nasıl idame ettirir? Hiçbir şey olmamışçasına yaşama devam etmek, mümkün müdür acaba? O asker, kendini asla savunamayacağını bildiği mahkûma hangi saikle doğrulttu silahını, ne düşündü tetiği çekerken, karnından vurduğu adam kanlar içinde iki büklüm yere çöktüğünde ne hissediyordu? Bunun cevabı bulunmadığı müddetçe o acılar nasıl iyileşir? Neden ve hangi hakla, hangi gözü dönmüşlükle, hangi öfke, nefret ve korku içinde, aynı havayı soluduğu, camdan bakmaktan başka bir şey yapmamış bir mahkûmu hiç acımadan vurur? Nedir onun gözünü böylesine karartan? Mesela, bu yaptığını anlatabilmiş midir eşine dostuna, varsa karısına, çocuğuna, ailesine? Turan öldü, peki ya o asker? O asker bir daha eskisi gibi yaşayabildi mi? Hangi ulvi sebeple olursa olsun, kolay mıdır birini öldürmek? Ölümü görmek? Öldürdüğünü bilmek? Bir hayatı sona erdirmenin hesaplaşmasını yaşamaz mı insan? Ama yerli yersiz kullanılmaktan kutsiyetini ne kadar kaybetmiş olursa olsun, kapkaranlık gecede parlayan tek bir yıldız gibi direnen “vicdan” var. Askerler, koğuşa girip dayağa başlar. Başlangıçta her şey olağan akışında seyretmektedir, hapishane müdürü, “olanları” uzaktan takip eder, mahkûmlar cop ve dipçik darbeleriyle kan revan içinde kalmışlardır… Ama bir şey olur işte, ne olursa olsun “enseyi karartmamak” gerektiğini gösteren bir şey olur, vicdan, yaldızlı üniformalardan taşar, umuda dönüşüp koğuşun üstünde gezinmeye başlar. 

“Bir asker, bir asker daha, ellerindeki copları yere atmışlar. ‘Kahrolsun faşizm!’ diye bağırmışlar gözyaşları içinde, ‘Kahrolsun faşizm! Kahrolsun işkence!..’ Operasyonu yöneten Bokossa donmuş kalmış. Daha arkada durup operasyonu idare eden Adnan gelmiş hemen. Operasyonu durdurmuş. ‘Çıkın çıkın’ diyerek askerlerini tavuk kışkışlar gibi koridordan çıkarmış. Coplarını yere atıp slogan atan o iki askeri de astsubaylar tutmuşlar kollarından, oracıkta ‘gözaltına’ almışlar yani.”

Cafer Solgun’un anılarında ‘rivayet kipinde’ anlattığı tek sahne bu. Rivayet, çünkü Cafer Solgun’un anılarında ‘rivayet kipinde’ anlattığı tek sahne bu. Haydar adlı arkadaşını ortalarına alıp döven askerlerin üstüne atlamış son gücüyle: “Haydar ölmedi. Baygın düşmüş orada. Günlerce yatağımdan kalkamadım ben de, yediğim dayaktan ötürü.” 

Bir rejimin ne olduğunu size hapishaneleri söyler. Bir devlet, kendi kontrolünde olan hapishanelerde dayağa, işkenceye, insan haklarının ihlal edilmesine izin veremez. Bokossa gibiler ise devleti devlet olmaktan çıkarırlar. Ama ne olursa olsun, alçak bir cuntadan aldıkları hukuksuz emirlere isyan eden, yaptığının utancı içinde ezilen ve artık dayanılamayacak noktaya geldiğinde coplarını atıp ‘kahrolsun işkence!’ diyen askerler de var.

Sizi bilmem ama o iki askerin gerçekten kahraman askerler olduklarını düşünüyorum ben. Kimdi o isimsiz askerler? Neler görmüşlerdi, neler yapmışlardı? İğrenip yaptıklarından, tutuklanacaklarını bile bile “kahrolsun faşizm” demelerine yol açan sebepler neydi?

Tabii, işkenceyi yaşayan anılarını öyle ya da böyle anlatabilirken, o işkenceyi yapan, ölümlerin, kıyımların emrini verenler genellikle bu yaptıklarını ne anlatabilir ne de yazabilirler. 

Bana işkence kadar korkunç gelen şeylerden biri de bu, daha o an, o rezil emri verdiğinde biliyorsun yaptığının ne kadar alçakça bir şey olduğunu ama mutlaka bir “yüce çıkarlar” var ve mecburen yapmak zorundasın…

Bir insanı bu kadar zavallıca bir şeye inandıran ne? Hangi eksikliklerle yoğrulmuş bir insan yapabilir bunu? Mesleğinde ilerlemiş herhangi bir insan, mesela beş dil bilen bir beyin cerrahı, Mars’ta adım atmaya hazırlanan bir astronot, Tokyo’dan Paris’e insanların ortak acılarını, sevinçlerini, tutkularını, yalnızlıklarını işleyen bir romancı ya da öğrencilerine matematiğe sevdirmeye çalışan bir öğretmen, elektrik verebilir mi bir başkasının bedenine? O çığlıkları, bir konserdeymişçesine kayıtsız dinleyebilir mi? Bir futbol maçı izler gibi izleyebilir mi atılan dayakları? Nedir peki, bir bebekten insafsız bir işkenceci yaratan nedir? Merhameti berhava edecek kadar kuvvetli olan şey nedir?

Size soruyorum. Gidip bir kedinin karnına olanca gücünüzle tekme atabilir misiniz? Yavru sukaplumbağalarını sudan çıkarıp paytak adımlarla yavaş yavaş ölüme yürümelerini seyredebilir misiniz? Darağacındaki bir adamın bastığı tabureyi devirebilir misiniz? Bir kadının yirmibeş yerinden bıçaklanmasına, yerine otel dikmek için ormanların yakılmasına, dinamitle balık avlanmasına sessiz kalabilir misiniz? Peki, kimdir bunları yapanlar? Kundakta ayak parmaklarını emen bu bebekler ne ara ölümü umarsızca seyreden yaratıklara dönüştüler?

Çavuş Şevket vs…

“Metris’in bizim bulunduğumuz üst katından Üsteğmen Yalçın kadar ‘namlı’ bir diğer asker, çengel burnu ve şivesinden dolayı Laz olduğunu tahmin ettiğimiz Çavuş Şevket idi. Muhtemelen ülkücü biriydi Şevket ve hazır eline fırsat geçmişken her operasyondan copunu kılıç gibi sallayarak dalıyordu içimize. Ne tür bir motivasyonu vardı, solculara neden bu kadar düşmandı, neyin intikamını alıyordu bizden, bir türlü anlayamadık. Şevket, cezaevine girişte Kürt ve Alevi olduğumu ‘tespit edip’ bayıltıncaya kadar beni döven kişiydi.”

Kim bu Çavuş Şevket’ler? Gözümüzün önünde, nasıl Çavuş Şevket’e dönüşüyorlar? Rakel Dink’in “bir bebekten katil yaratan karanlık” dediği karanlık nerede? Neden onu göremiyoruz? Yoksa hepimizin içinde o karanlıktan bir parça mı var? Varsa, neden bazılarımızın bütün benliğini o karanlık kaplıyor? 

“Malum, askerlik anılarını anlatmak, askerlik yapmanın adeta izleyen bir devamıdır. Ömrünün kalan kısmında evde, işyerinde, kahvede anlatıp durursun. Acaba Şevket de terhis olduktan sonra nerede, ne şekilde askerlik yaptığını ailesine, çevresine, arkadaşlarına ‘gururla’ anlatabilmiş midir?”

Anlatmadıkları, doğrusu ya anlatamadıkları için belki de o karanlıkla yüzleşemiyoruz. Çavuş Şevket’in kim olduğunu anlayabilirsek bir gün, yeni Çavuş Şevket’ler yaratmanın önüne de geçebiliriz. Ve, işte o gün, ‘karanlığa’ karşı büyük bir zafer kazanmış olacağız.

Demeyin Anama, İçerideyimCafer Solgun
İletişim Yayınları
256 sayfa.