Shakespeare’den utanmak

KEREM GÖRKEM 

"Zaman zaman, çalışma odamın duvarında posteri asılı duran Shakespeare’in eleştirel, hatta tiksinti yüklü bakışları altında, onca eğitimi bu âdi uğraş için mi aldığım türünden sorular yüreğimi daraltıyor idiyse de, o günlerde Türkiye’deki tek şubesi yayınevinin bulunduğu binanın giriş katında yer alan, Citibank’te bozduracağım dolgun çek elime geçtiğinde, hissetiğim vicdan azabı yatışıp yitiveriyordu.”

Orhan Pamuk, ‘Saf ve Düşünceli Romancı’ başlığı altında Harvard Üniversite’sinde verdiği edebiyat konferanslarını topladığı kitabında romancı kişiyi ‘saf’ ve ‘düşünceli’ olarak ikiye ayırır. Esasen bu ayrımın edebiyat okurları için de pekala yapılabileceğini düşünmüşümdür hep. Zira Pamuk, bahsettiğim ayrımı hem iyi bir okur, hem de dünyaca popüler, ödüllü bir yazar olarak, yaka kartında her iki kimliği aynı anda taşıyarak yapar. Çizdiğim perspektif üzerinden düşünecek olursak, ‘düşünceli okur’ olarak tanımlayabileceğimiz edebiyat okuru, yazının başında yaptığım alıntıyı pek çok açıdan ele alabilir, eleştirebilir onu. Örneğin noktalama işaretlerinin kullanım sıklığının metni epey yaraladığını ve zaman zarfları için bu uzun cümlede seçilen konumların basbayağı yanıltıcı olduğunu bir çırpıda, hem de büyük ölçüde bir haklılık payıyla iddia edebilir. Öte yandan ‘saf okur’, alıntıdaki iğneleme ve kastın nereden sebep geldiğini sezecek; gelgelelim öncül ve ardıl paragraflarını görmeden ağzını açmaya ya da kalemini oynatmaya çekinecektir.

‘Tanıdık’ yazı işçisi

Seçtiğim alıntı, Alper Canıgüz’ün geçtiğimiz haftalarda yayımlanan son romanı ‘Kan ve Gül: Bir Kara Dejavu’dan. Başkahraman Aziz, üniversite öğrencisi olduğu yıllardan romanın ilk kısımlarına denk gelen evli-çocuklu orta yaş haline değin ‘Paradise’ adlı yayınevinin Türk dilinde yayımlayacağı ucuz romanları çeviren, hayatını bu yolla idame etmeyi başaran ve bundan hem büyük bir hicap, hem de haklı bir memnuniyet duyan bir ‘tanıdık’ yazı işçisidir. Kızının gösterisi için bulunduğu mekânda çıkan yangınla, arka kapak yazısından alıntılayacak olursak, “küle dönüşmek üzereyken, zamanda yolculuk yaparak yirmi yıl öncesine döner”. Canıgüz’ün daha önce yayınladığı kitaplara ve süreli yayınlardaki metinlerine yabancı olmayan okur için, bu ‘zamanda yolculuk’ teması yabancı gelmeyecektir. Zira absürt ya da gerçeküstü olarak tanımlayabileceğimiz bir hali gündelik hayatın sıradanlığıyla harmanlamak, kurguyu bu harmanın içerisinde şekillendirmek yazarın artık adıyla birlikte anılmaya başlayan edebi tavırlarından biri. Yalnız Canıgüz’ün değil, başını Murat Menteş’in çektiği ‘Afili Filintalar’ adlı ‘oluşum’ içerisinde adı geçen hemen her yazar için, bahsettiğim tavır bir kesişim noktası olarak göze çarpıyor. Hal böyleyken, bu eleştiri yazısını salt ‘Kan ve Gül’ için yazılmış değil, adı geçen oluşumu da ilgilendiren şeyler söyleyecek bir metin olarak okumayı sürdürelim.

Afili Filintalar 

Bugüne değin çok şey yazıldı, söylendi. Çok sevildi, tutuldu. Sırf adı bu oluşumun içerisindeki yazarlarla anıldığı ve aynı sosyal medya gönderisinde etiketlendiği için okunanlar, kendi kitlesini yaratanlar oldu. Bununla birlikte kendisini her daim ‘Afili Filintalar’a karşı konumlayan, demediğini bırakmayanlar da yok değil(di). Artık bir miktar geride kalmış, Türkçe edebiyat okur ve yazarları farklı konulara eğilmiş olsa da, Canıgüz’ün son romanı vesilesiyle yeniden bir tartışma açmayı uygun ve yerinde görüyorum.

Canıgüz, 2015 tarihli bir radyo kaydında oluşumun ortaya çıkışı için şunları söylüyor: “Eserleri belirli bir düzeyin üzerinde olan kişiler bir arayan gelsin ve kısır bir itiş kıkışın üzerinde bir dil oluşturabilsin istedik.”

Bu noktada, tartışmaya açık iki nokta var. Yazarın sarf ettiği cümleyi ortadan ayırıp inceleyecek olursak, ‘Afili Filintalar’a ‘kabul edilen’ ya da ezelden bu yana içerisinde olan yazar kişilerde aramamız ve mutlak suretle bulmamız gereken bir ‘yüce’ nitelik söz konusu. Öte yandan, edebiyat tarihindeki neredeyse bütün akım ya da oluşumların paylaştığı bir gaye olarak, ortak bir dil oluşturma çabası var ortada. Bu normal, fakat bu ‘ortak dil oluşumu’nun ne şekilde gerçekleştirildiği iyiden iyiye tartılmalı. Zira ortada iki seçenecek mevcut: Ya hiçten bir dil yaratılıp ona sebat edilecek ya da ‘abilerden’ birinin dili, ‘kardeşleri’ asimile edip kendine benzetecek.

Ne yazık ki adı oluşumun içinde anılan yazarların son dönem eserlerine baktığımızda, aynı albümün peşi sıra gelen şarkıları gibi, birbirini bütünleyen ve fakat ortaya çıkanın öyle pek de elle tutulur bir şey olduğunu değil de, aksine bir ‘mükemmel boşluk’ yarattığını, o boşluğun içerisinde birbirlerine çarpmadan yüzüp durduklarını görüyoruz. Bu boşluğun içi popüler kültür hortumuyla günden güne sulanıyor ve bir ‘mükemmel boşluktan’ havuza dönüşüyor. 

Canıgüz’ün romanı, tıpkı az önce değindiğim gibi oluşuma mensup yazar kişilerin son dönem eserleri gibi, okurda acemi bir ‘ilk roman’ hissi yaratıyor. Bu yargının metin için hem dilsel, hem kurgusal karşılıkları mevcut. Yazar kitaba konu ‘zamanda yolculuğu’ öyle yüzeysel ele alıyor ki, okuru şaşırtmak şurada dursun, eline kalem tutuşturulan hemen herkesin benzer bir akışı izleyeceği hissi gezinmeye başlıyor ortalıkta. Başka bir alıntıyla devam edelim:

“Taksi, Levent sapağından girip Etiler’e vardığı sırada ani bir kararla, ‘Usta,’ dedim şoföre. ‘Boş ver Rumeli Hisarı’nı, Arnavutköy’e çek.’ Feci tadım kaçmıştı. Nergis’le yaşadığımız eve gitmek istemiyordum. Arnavutköy’de araçtan inip, Saffet’in evinin bulunduğu sokağa daldım. Hali vakti yerindeydi arkadaşımın ailesinin; annesiyle beraber güzel bir dairede yaşıyordu bu güzide semtimizde. O saate kadar dönmüş olduğunu ümit ediyordum. Dönmemiş idiyse de, kapısının önünde kıvrılıp beklerdim. Bir sokak köpeği gibi. Bana da o yakışırdı zaten.”

Kurguda, bahsettiğim ‘geriye dönüşten’ sonra, yani başkahraman Aziz’in üniversite yıllarında geçen bu sahne, orta yaşlı halinde evli olduğu o günlerdeki sevgilisi tarafından aldatıldığını sanıp kafası atan karakterin dertleşmek üzere arkadaşı Saffet’in evine gitmesini içeriyor. İstanbul’un bir öğrenci semtinde, köpek bağlasan durmayacak bir evde yaşayan beş parasız karakterimiz, taksiye atladığı gibi köprüyü geçiyor, yetmiyor, eve gitmek yerine fikir değiştirip yolu uzatıyor; gelgelelim muhite ulaşsa bile, evin bulunduğu sokağa yürüme mesafesinde olan bir yerde iniyor, o sokakta değil. ‘Düşünceli okurun’ kitaptan kontrol edeceği üzere, önceki bölümde Kadıköy’de ‘birkaç blok’ yürüyen Aziz, okura İstanbul’un en bilinen semtlerinden birinin güzideliğinden söz ediyor ve kendisini bir köpekle eş tutuyor. 

Bodrum kat bohemi 

Burada pek çok problem mevcut. Her birini tek tek açıp yermeye, yazardan ‘doğru ve iyi’ olanı beklemeye lüzum yok; hem bu tavrın meşruiyeti ayrı tartışma konusu. Ama Kadıköy’de ‘birkaç blok’ yürümenin, bindiği taksinin ani bir kararla rotasını değiştirmenin, ‘afili’ bir ‘kaybeden’ profili çizmenin de anlaşılır tarafı yok. Çevirmen karakterinin, asılı durduğu duvardan kendisini seyreden Shakespeare’den utanarak başka bir dile aktardığı tipte bir metnin bizzat müellifi konumuna düşen Canıgüz, ‘amasız’ bir kabulle tukaka ettiği romanlardan pek de uzakta durmayan bir metin kaleme almış. Kötüsü, ‘Kan ve Gül’ diğerleri gibi ucuz bir roman olma iddiası taşımadan, kendini gökdelenin tepesinde zanneden bir bodrum kat boheminin hayatını anımsatıyor okura. 

Okurun karşılaşmaktan sıkıldığı, ele avuca gelmez hayatının bir parçası olmak istemediği bu bohem, günden güne Türkçe edebiyatın ana damarlarından biri haline geliyor. Popüler dergilerde, çok satar kitaplarda ve sosyal medyada büyük bir özveriyle temsil edilen o karakteri daha kıymetli bir başkasıyla ikame etmenin tek yolu var gibi geliyor bana: Eleştiri.

Kan ve Gül Alper Canıgüz
April Yayıncılık
216 sayfa.