Bağ evinde cesaret üstüne

BİLGEHAN UÇAK 

Yemyeşil ormanın içinde bir bağ evi, avlusunda ölü renklerde sedir, karşımda meyveleri dallarında asılı bir elma ağacı.

Bir şişe soğutulmuş karadut şarabı, ince saplı küçük bir kadeh, birkaç dilim köy peyniri.

Hafif bir rüzgâr esiyor, birkaç geveze ağustosböceği hiç susmamacasına ötüyor, bir de deminden beri geçip duran hergele bir kedi var, bir çekirgeyi kendine oyuncak yapmış, onu izliyorum.

Hayat benim için bu bağ evinin avlusunda duruyor şu an.

Ne aşağıdaki havuzdan gelen gülüşmeler, ne başka bir şey.

Öylece dinliyorum yaprakları.

William Saroyan’ın az önce okuduğum cümlelerini düşünüyorum.

“En iyi insanlar ödleklerdir. En ilginç, en kibar, en has ve suç işleme ihtimali en az olanlar gene onlardır.”

Saroyan devam ediyor:

“Asla bir banka soymayı düşünmezler. Akıllarından bir başkana suikast düzenlemek gibi bir şey geçmez. Yolda yürürken, çukur kazan bir amelenin gözüne kazara kum sıçratsalar, amele de onlara küfretse, ödlekler onurlarının lekelendiğini düşünmezler ve onun için de ameleyle kavga edip bir araba dayak yemelerine gerek kalmaz. Onun yerine, ‘Özür dilerim, isteyerek olmadı’ der, yollarına devam ederler. Ödlekler terbiyeli insanlardır ve bir o kadar da düşünceli.”

Kitaba adını veren ‘Ödlekler Cesurdur’ adlı hikâyeyi yeniden okuyorum.

Bitlis’ten Kaliforniya’ya göç eden bir ailenin, orada doğan bu ilk çocuğu aklımı karıştırıyor.

1908’de doğmuş Saroyan, üç yaşındayken yetim, sekizine kadar bir yetimhanede, sonra yeniden annesiyle, Kaliforniya’nın Fresno kasabasında.

Ara Güler’in ‘dünyanın yedi harikasından biri’ olarak saydığı Bitlisli Saroyan’ı düşünüyorum öylece.

Okulu terk etmiş, yazı yazmak ihtiyacını en yakınları bile anlamamış, yapayalnız kalmış hayatta.

O kadar belli ki yalnızlığı, aynı kitaptaki ‘İmzalı Kreutzer Sonat’ adlı bir başka hikâyede şöyle bir diyalog geçiyor:

“‘Hangi katilden?’ dedi Kaspar. 

‘Hangi katilden olacak, tabii ki yalnızlıktan oğlum.’”

Yalnızlığı katil olarak görecek kadar hissetmiş, çocukluğundan başlayarak binbir ıstırabı göğüslemiş.

Üstelik anadilinden başka bir dilde yazdığı öyküleriyle Amerika’nın en büyük yazarları arasında anılmaya başlanmış.

Yalnızlığın böylesi beni nedense çok etkiliyor, insana aklını kaçırtacak kadar güçlü, yekpare, önünde hiçbir kimsenin duramayacağı kadar gürül gürül çağlayan yalnızlık her seferinde beni alıp eşsiz yolculuklara çıkarıyor.

Saroyan’ın satırları bana bu yalnızlığı söylüyor.

Ve, ben bir bağ evinin avlusunda, elma ağaçlarına bakarak onun öykülerini okuyorum.

1917 yılı, Fresno’daki Ermeni kasabası.

Yaşı tutan oğlanlar askere alınacaklar.

“İlk önce Emerson Okulu’nda kurulmuş olan askerlik kurulunun huzuruna çıktılar, oradan da çok geçmeden Yosemite Milli Parkı’ndaki Camp Curry eğitim kampında boy gösterdiler.”

Saroyan hemen arkasından soruyor:

“Devlet onları istedikten sonra onlar ne cüretle bu isteği tartışsınlar?”

Cesur adamların cesur oğulları, vatan uğruna, din uğruna savaşmaktan kaçınmazlar.

O Ermeni çocukları da kaçınmadılar, Amerikan ordusuna asker yazıldılar.

“Buna rağmen, o zamanlar M Caddesi 123 numarada annesi ve evlenmemiş üç kız kardeşiyle oturan, üç yıldır Cooper’s Mağazası erkek reyonunda çalışan, yirmi dört yaşındaki Kristofor Ağbadaşyan ortadan kayboluverdi.”

Kasabada birdenbire herkes Kristofor’u merak etmeye başlar.

Kimse görmemiştir askere alınırken ama inci kravat iğneleri takan, klapasından gül goncaları eksik olmayan kasabanın en yakışıklı adamının da askere alındığına inanılır.

Fakat sonra, arka arkaya gelen devlet görevlilerinden işkillenir kasabalılar.

O görevliler, oğlunun askerde olmadığını söyledikten sonra nerede olduğunu bilip bilmediğini sorarlar.

Guggenheim’s fabrikasında incir paketleyen Yeğsapet, arkadaşı Arşaluys’tan savaşa gitmemek için nehre atlayarak intihar eden bir Alman gencinin hikâyesini öğrenir.

“Zavallı çocuk, her kim olursa olsun.”

Detayları dinler.

“Zavallı anne-baba, zavallı kardeşler. Hepsini seviyorum, kim oldukları umurumda değil.”

Ermeni kilisesinde bir vakitler öğretmenlik yapan Haygaz Baboyan, eski öğrencilerine Paris’ten kartpostallar göndermekte, onlardan birinin arkasında da “Paris sokakları babalarındaki frengi yüzünden sakat doğmuş insanlarla dolu” yazmaktadır.

“Kisag Jamanakyan Verdun’de, Vahram Vahramyan Chateau-Thierry’de, Kasapyanların ikizleri Krikor ve Karekin Bellea Ormanlarında öldürülmüşler. Daha yirmi beş yaşında değillerdi, Anadolu’dan Fresno’ya getirildiklerinde (…) İçlerinde şanssız olan birkaçı daha savaşı bile göremeden Camp Curry’de gripten ölmüşlerdi. İçlerinden iki üç tanesi tepeleri aşarak kamptan San Fransisco’ya dönmüşler, tıbbi muayeneye tabi tutulduktan sonra hafif şekilde cezalandırılmışlardı. Kasabadan yarım düzine çocuk gaz saldırısına uğramış ama sağ kalmayı başarabilmişlerdi…”

Paris’ten Fresno’ya durum böyledir; hastalıklar, sakat kalanlar, cenazeler…

Savaş bütün hızıyla devam ederken kasabada yeni bir dedikodu dolaşmaya başlar.

Akşamları gazete satan Ash Başmanyan adlı bir çocuk, bir gece eve döndükten sonra “Kristofor’u evine giderken gördüm” der babasına.

İki senedir imi timi belli değildir Kristofor’un.

Ama bu haber olanca hızıyla yayılır kasabada, başkaları da gördüğünü söylemektedir artık ve askerden kaçtığına inanılan o genç adamdan Kristofor Yatakaltı diye bahsedilir.

Yeğsapet, savaşın bitmesine yakın, en yakın arkadaşı Arşaluys’a açılır:

“Kristofor hiçbir yere gitmedi. Bütün bu zaman boyunca hep evdeydi. Bnim hatam. Giderse öleceğimi söyledim ona. Babası o daha küçükken öldü. Ailede kalan tek erkeği kaybetmeye dayanamazdım. Ama şimdi ne yapacağım? Savaş bitip de herkes eve döndüğünde o ne olacak?”

Savaş bittikten sonra ‘mutlu bir şaşkınlık’ yaşanıyordu Fresno’da.

Şulavari Başmanyan ise “keder patlamalarına” yenik düştüğü bir an, savaşa giden oğlu olmamasına rağmen, ağlıyordu.

“Kristofor için ağlıyorum, cesareti yüzünden kötü muamele gören Kristofor için. Şüphesiz o bir ödlek; ama bir erkek, ödlek olabilmek için çok daha fazla cesur olmalı. Arkadaşlarınla birlikte hükümetin emrinde asker olmak kolaydır. Ama asıl zor olan kendin olmaktır, annenin evindeki yatağın altında olsan bile. Kristofor’un cesaretine ağlıyorum ben. Savaş bitti. Kim kazandıysa kazandı; ama bunu Kristofor olmadan yaptı. Allah kazananları da, kaybedenleri de affetsin. Herkes çok adam kaybetti. Tanrı Kristofor Yatakaltı’nı korusun, her neredeyse.”

Kristofor Ağbadaşyan, nam-ı diğer Yatakaltı, Sacramento’ya yerleşir ve orada yeni bir hayata Charles Abbot adıyla başlar.

“Hükümet izini bulduğunda altı yıldır San Fransisco’da yaşıyordu. (…) üç erkek, iki kız çocuğu olmuştu. Kız kardeşlerinden ikisi evlenmiş, biri ölmüştü.”

Dosyayı kapatma amacıyla gelen memur ona Kristofor Ağbadaşyan olup olmadığını sorar, evet der, memur ise mazeret bölümüne “hafıza kaybı” yazacağını, böylece de dosyanın kapanacağını söyler.

Kristofor, şövalyece cevaplar:

“Ödlek yazın.”

Memur yazmaz ama Saroyan, hikâyesini bitirirken ödlekliğin hakkını verir:

“Ödlekler iyidirler, ilginçtirler, kibardırlar, bir kuleden insanların üstüne ateş etmeyi asla düşünmezler. Yaşamayı arzularlar, böylece de çocuk sahibi olacak kadar uzun yaşayabilirler. Ödlekler cesurdur.”

Sedirde kaykılmış, rüzgârın hışırtısını dinleyerek düşünüyorum acaba ben neyim diye.

Ödlek olabilecek kadar cesur oldum mu hiç?

Savaşa gitmemeyi, kavgadan kamayı, hain ilan edilmeyi, mahalleden aforoz edilmeyi göze alabilir miyim?

Bilmiyorum.

Ama daha kötüsü, sanmıyorum da.

Şarap bitmiş.

Artık kalkmalıyım buradan.

Zaten kedi de gitti.