Ermenistan’daki nefret söylemine bakış

İletişim uzmanı Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, geçtiğimiz günlerde nefret söylemi çalışması kapsamında Ermenistan medyasındaki durumu yerinde incelemek üzere Yerevan’a gitti. İnceoğlu Ermenistan’daki sorunları ülkenin bu konulara kafa yoran gazetecileri ile konuştu.

Hrant Dink Vakfı 10.Seyahat Fonu yararlanıcısı olarak, Dr.Tirşe Erbaysal Filibeli ile üzerinde çalıştığımız Nefret Söylemi projesi için gittiğim Ermenistan’da gazetecilerle görüşmeler yaptım.  Projemizin Türkiye ve Ermenistan olmak üzere iki ayağı mevcut. Türkiye’de medyanın nefret söylemini Hrant Dink Vakfı’nın Medyada Nefret Söyleminin İzlenme Projesi sayesinde takip ediyoruz. 

Proje, medyada insan haklarına saygı, azınlıklara ve farklı kimliklere saygının güçlendirilmesine destek olmanın yanı sıra yaygın ulusal medyada gözlemlenen nefret söylemiyle mücadele amaçlarını taşıyor. Türkiye’de yaşayan Ermeni vatandaşlarımız da en çok nefret söylemine maruz kalanlar arasında ilk sırayı çekmekteler. Doğal olarak biz de Ermenistan medyasındaki durumu merak ettik. 

Ötekiler

Ermenistan ayağı için 10 gazeteci ile görüşüldü. Bu yazıda Erivan’da faaliyetini sürdüren Media Initiatives Center’da çalışan iki gazetecinin, Anna Barseghyan ve Gegham Vardanyan’ın genel olarak Ermenistan’da “öteki”lere karşı yöneltilen nefret söylemi üzerine düşüncelerini özetleyip aktarmaya çalışacağım. Öncelikle, tek başıma yaptığım Ermenistan seyahati esnasında en ufak bir olumsuzlukla karşılaşmadığımı söylemek isterim. Aksine, gün boyu etkileşim içinde olduğum halk, görüştüğüm gazeteciler ve STK çalışanları bana karşı son derece sıcak ve dostane bir tavır sergiledi.

Ermenistan’ın ötekileri, bir başka deyişle nefret söylemine maruz kalanları; LGBTİ’ler, Azerbaycanlılar, Apostolik kilisesinin dışında kalan Hristiyan azınlıklar, Afrikalılar –Nijeryalılar. (Daha önce LGBTİ'ler hakkında yazdığım yazıya bu linkten ulaşabilirsiniz.)

Uçurumlar

Ermenistan 3 milyon nüfusu ile düşük-orta gelirli bir ülke. Kurumsallaşmış yolsuzluğun yoğun olduğu ülkede, kaynakların büyük bir bölümüne ulaşan seçkin bir grup ile yaşam mücadelesi veren çoğunluk arasında büyük bir uçurum söz konusu. Freedom House’un raporunda kısmen özgür ülke kategorisinde yer alan ülkede eşcinsellere karşı olumsuz tavırların kökeni Sovyet dönemine dayanıyor. Komünist liderlerin, eşcinselliği kapitalizm ürünü ve de bir suç olduğuna dair algılarını, bağımsızlıktan sonra da Ermeni Apostolik kilisesinin etkisi altında kalan kamuoyunun aynı zamanda  bunun büyük bir günah olduğu kanısı da pekiştirmiş. Televizyonlar LGBTİ’lere asla yer vermiyor. Onların hasta ve tedaviye muhtaç oldukları sürekli olarak yineleniyor . Gegham anlatıyor; “Düşünsenize Belediye başkanı LGBTİ’leri yakmak lazım deyince gazeteci yanıt olarak evet ama onlar hasta tedavi edilmeliler, diyebiliyor”. Anna ekliyor; “Ermenistan’da bırakın eşcinselliği feminizmi savunmak bile kötü bir şey. Feminizmin de aile değerlerini mahvettiğine inanıyorlar.”

Nefret söyleminin nasıl yok sayıldığını Gegham şöyle anlatıyor: “Ülkedeki asıl sorun nefret söylemi hakkında konuşulmaması, ne kamunun ne de medyanın gündeminde olması ve tartışılmaması. Tabii ki nefret söylemi var ama sanki yokmuş gibi davranılıyor, halbuki konuşmamız gereken bir başlık.” Anna da  nefret söylemi üretenleri eleştirmeyenlerden şikâyetçi. Ermeni medyasında nefret söyleminin yer almaması gerektiğini savunarak konuya dikkat çeken küçük medya gruplarının olduğunu ancak ana akım medyanın ne yazık ki bundan herhangi bir rahatsızlık duymadığını ifade ediyor. 

Önyargılar 

Gegham söze giriyor: “Ülkedeki yerleşik kanıya göre, eğer Apostolik Hristiyan değilsen, Ermeni değilsin. Sovyet döneminin etkisinde ateist sayısı oldukça fazla, hatta gelenekleri de bilmiyorlar ancak mahalle baskısı ağır hissediliyor. Birçok insan senede iki üç kereden fazla kiliseye gitmez, o da ancak başka ülkelerden gelen misafirlerini gezdirmek bahanesiyle oluyor, ama çoğunluktan biri olmak istiyorlar”… Burada bir ayrıntıyı kaçırmamak lazım. “Dindar olmamalarına rağmen kiliseye destek vermelerinin önemli bir nedeni de, böylelikle Ermeniliğe destek verdiklerine inanmaları.”

Anna ultra milliyetçiliğin varlığından bahsediyor: “Ultra milliyetçiler Afrikalı, Nijeryalı kadınlar ile evlenenlerin Ermeni genini bozduklarına inanıyorlar. ‘Aptallar, kapasitesizler, eğitimsizler, biz küçük bir ülkeyiz bu insanlardan kendimizi korumamız lazım’ kanısı yaygın. Bu grup insanlar sürekli aşağılanıyor, hakarete maruz kalıyor.”

Karşılaştırma 

Sosyal medyada, özellikle de kanaat önderleri sürekli Türkiye ve Ermenistan ile karşılaştırması yapıyorlar.

“Azerbaycanlılar koyun gibi, Türkler düşmanımız, Azeriler ve Türkler aslında aynılar, bir farkları yok”.

“Yaz tatilinizi nasıl olur da Türkiye’de geçirirsiniz? Dövizinizi düşmanlara mı bırakacaksınız?”

“Türkiye’den hiçbir şeyi satın almayın”

Bavul ticareti yapmak için Türkiye’ye gelip Türkiye’den pantolon satın alanlar hakkında anti-propaganda videosu bile yapılmış.

Ancak şöyle de bir durum olduğunu söylüyorlar: “Hiçbir şey üretmiyoruz ve her şeyi Türkiye’den alıyoruz, tuvalet kağıdına kadar.”

Ermenistan’a gelen fazla turist olmadığını belirtirken, özellikle de Nevruz zamanı gelen İranlıların da nefret söyleminden payanı aldığı ve  “Bunlar niye geliyorlar, kokuyorlar” dendiği anlatılıyor.

Türk ve Türkiye 

Türkiye özelinde ifade edilen sorunlar şöyle: “Ermeni medyası yalnızca Türkiye’de olan kötü şeyleri haberleştiriyor. Özellikle de soykırım konusuna odaklanmış vaziyetteler. Devamlı olarak Türkiye’de demokrasi yok mesajı veriliyor ama Ermenistan’daki durumdan hiç bahsedilmiyor. Türkler bizim düşmanımız. Ermeni şarkısının melodisi Türkçeye benziyor ve Türkiye’de de çok popüler diye Türkler sevdiği için mutlu olmamız mı lazım?”

Önyargı kalıplarına dair birkaç deyiş de örnek veriliyor: “Türk Türktür, onlara güvenilmez.

Sen Türk müsün?

Türk bile bunu yapmaz.

Sen Yezidi misin, Kürt müsün?”

Anna Türkiye’deki öz-denetim mekanizmasının Ermenistan’da da aynı şekilde işlediğini söylüyor. Bu mekanizma sadece Basın Konseyi’ne üye olanları yani etik kodlara uymayı taahhüt edenleri bağlıyor, üye olmayanlar ‘bizi ilgilendirmez’ deyiveriyorlar.

Sonuç olarak, homojen bir toplum oldukları için çok kültürlülük ve çeşitliliğe gereksinimleri oldukları ancak bu şekilde bu önyargıları kırabilecekleri konusunda her iki gazeteci de hem fikir. Gegham tüm bunun bir eğitim sorunundan kaynaklandığını, eğitimin devlet politikası olarak benimsenmesi gerektiğini, medyanın ön yargıları ve kalıp yargıları yeniden üretmemesinin önemini, en sık olarak rastlanan “Ermeniler en iyi ulus, Tanrı dünyada en iyi ulus olarak bizi seçti” tarzı klişelerin terk edilmesinin bir zorunluluk olduğunu vurguluyor. Bunun bir zaman işi olduğuna inanıyor, bu kuşaktan olmasa da bir sonraki kuşaktan umutlu. Ona göre, bir başka önemli sorun da gazetecilerin ve editörlerin nefret söylemi yaydıklarının farkında bile olmamaları. İletişim Fakültelerinde bunun eğitiminin verilmesi gerektiğini belirtiyor.

Anna ise bu konuda çok umutlu değil. “Yeni kuşak gençler düzeltecek diyorlar ama gerçek şu ki gençler de ailelerine benziyor, armut dibine düşer misali.” 

Türk medyasının Ermenilere yönelik ötekileştirici, ayrımcı, kalıp yargılar ve nefret söylemi üreten dili aynı şekilde Ermeni medyasında da mevcut. Burada önemli olan her iki ülkenin gazetecilerinin bunun farkında olmaları, bu sorunu dillendirmeleri. Hatta bu alanda karşılaştırmalı çalışmaların, konferansların ve çalıştayların gazetecilerin ve iletişim akademisyenlerin katkılarıyla yapılması öz-eleştiri kültürüne de büyük katkı sağlayacaktır.

Buluşmamız hem beni hem onları son derece mutlu etti. Öncelikle son derece samimi, içten, önyargısız ve öz-eleştiri yaparak konuya yaklaşmalarının çok değerli olduğunu düşünüyorum. Ermenistan-Türkiye normalleşme süreci ancak gazetecilerin bu yaklaşımı ile mümkün olur ve anlam kazanır. İnsanlarını çok sevdiğim Ermenistan, ile ülkem arasında bu ortak barış dilinin tesis edilmesinin elzem olduğu kanısındayım.



Yazar Hakkında