‘Kirk’ ambar

MURAT CANKARA

Türkiye’de Millî Eğitim tezgahından geçip Millî Edebiyat döneminin millî mücadele romanlarını okuyanların aşina olduğu bir tip vardır. Millî edebiyat âlimlerimizin “kozmopolit tipler” başlığı altında topladıkları bu roman kişileri millî mücadeleden bihaber, millî değerlerden yoksun, ‘Türk mü yabancı mı olduğu belli olmayan’, ‘olumsuz’, ‘levanten’, ‘düşmanla işbirlikçi’, ‘hain’, kadın(sı)dırlar. Öyle ki, okurun kozmopolit sözcüğünün olumsuz yükünü ıskalayacağından hiç şüphe edilmez ve sözcük gönül rahatlığıyla tek başına bile hakaret olarak kullanılabilir. Fakat, heyhat, kozmopolit, hakaret olmak için fazla kompleks, fazla gayrımilli, hatta, affınıza sığınarak, fazla Rumî bir kelime olup, bu özelliğiyle millî hakaretlerimiz yelpazesinde güzide bir yere sahiptir. Kaderin şu cilvesine bakınız ki bu yerli ve millî yazarların hepsi, son derece maddî koşullar sonucu, ‘kozmopolit’i hakaret olarak kullanmayı düşünebilecek kadar kozmopolit tiplerdi. (Kozmopolitin ‘kozmos’ kısmının kozmetik sözcüğünün de kökü olması bunda etkili olmuş mudur, bilinmez.) Bu hakaretin millîliğine halel getiren yalnızca kökeni değil, başkaları tarafından da aynı şekilde kullanılıyor olmasıdır. Trump’ın siyaset danışmanı Stephen Miller, daha iki ay önce, ‘başgan’ının yasal göçmen sayısını sınırlama arzusunu sorgulayan CNN muhabirini kozmopolit bakış açısına sahip olmakla itham etmemiş miydi? Etmişti. Katalonya’daki polis şiddeti, acaba ‘kozmopolis’in yeni anlamı ‘kozmos’ ölçeğinde polis terörü mü sorusunu akıllara getirmiyor mu? Bence getiriyor. İş millî sınırlarımızı bu derece aştıysa, başımızda her ne varsa onu önümüze koyup düşünmeye başlamak faydadan hali olmayacaktır.    

Başlık seçimi

Kwame Anthony Appiah’ın ‘Kozmopolitizm: Dünya Yurttaşlığının Felsefesi’ kitabı geçtiğimiz ay içerisinde Nika Yayınevi tarafından basıldı. Orijinali ‘Cosmopolitanism: Ethics in a World of Strangers’ başlığıyla 2006 yılında yayınlanan kitap, bundan on yıl önce de aynı çeviri ve ‘Yeni Küresel Ahlak’ alt başlığıyla Türk Henkel tarafından basılmıştı. İlginç başlık seçimleri; üçünde de vurgu farklı. İşin ironik yanı, Appiah’ın ‘dünya yurttaşlığı’, ‘evrensel(ci)lik’, ‘küresellik’, ‘çokkültürlülük’ ve ‘kozmopolitlik’ arasında ayrım yapıyor olması.   

Appiah’ın temel amacı kozmopolitizm terimini ‘kurtarmak’. Zira ‘köksüz kozmopolitler’e nefret kusmak için illa Hitler ya da Stalin olmak gerekmiyor; havaalanında viskisini yudumlayarak etrafına ‘business business’ bakan şık bir beyaz erkek imgesi de içimizdeki kozmopolit karşıtını tahrik edebilir. Oysa bu terimin kökleri, ‘küreselleşme’ ve ‘çokkültürlülük’ün aksine, çok daha eskilere uzanmaktadır ve dayanıklılığını ispat etmiştir. Appiah’a göre insanlık olarak meselemiz, “Binlerce yıl içinde yerel gruplar halinde yaşanan hayatlar boyunca şekillenmiş zihinleri ve yürekleri alıp, onları sonunda oluşturduğumuz bu küresel kavimde birlikte yaşamamızı olası kılacak fikirler ve kurumlarla donatmaktır.” Değil mi ki Romalılar, mucize kabilinden bir geçişle, “Tersi durumda hiçbir zaman tanımayacakları ama şimdi çoğu kendi dillerini konuşan, yasalarını paylaşan ve masalarındaki yiyeceği üreten insanlardan oluşan toplumlarla içli dışlı yaşamanın yollarını bulmuşlardı.” İnsanın yerleşme halinin göç etme halinden daha doğal olduğunu gösteren bir bulgu da yok. İster yiyecek ararken yabancı bir kabilenin üyeleriyle karşılaşan atalarımız olsun, ister Kartaca’dan köle olarak getirildiği Roma’da Antik Yunan komedilerini Roma komedilerine dönüştüren Terentius, ister mübadiller ya da ülkelerindeki kirli iç savaştan kaçıp komşularında horlanan mülteciler; bu karşılaşmaların iki yakasındakiler de, ötekilerle bir arada var olmanın pratik yolları üzerine kafa yormak, bunun için stratejiler geliştirmek ve ilkeler saptamaya çalışmak zorunda kalmışlar, kalıyorlar, kalacaklar. Hele ki toplumlar ancak Afrika haritasında net çizgilerle birbirinden ayrılabiliyorsa.    

Din ve ideoloji

Burada Appiah’ın izlediği adımları birebir takip etmem çok zor. O nedenle birkaçını sıralayacağım. Öncelikle, kozmopolitizmi bir ikilik olmaktan çıkarmaya çalışıyor: “Neyse ki, ne tüm yabancıları yüzüstü bırakan milliyetçilikten, ne de dostlarıyla diğer yurttaşları buz gibi bir tarafsızlıkla aynı kefeye koyan katı Kozmopolitizmden yana tavır koymamız gerekmiyor.” Diğer bir deyişle, ona göre, kozmopolit, yerel bir aidiyetle daha evrensel bir aidiyet arasında çelişki görmez. (Söz misal, hem Ermeni hem Osmanlı olmak mümkündür.) İkincisi, pozitivizm ve görecelik eleştirisinin Appiah’ın mantık silsilesinde önemli bir yeri var. Pozitivizm, değerleri, üzerinde konuşulamadığı gerekçesiyle bir kenara iterek; kültürel görecelik ise kültürlerin kendine özgülüğünü mutlaklaştırıp aralarındaki diyalog kapısını kapatarak kozmopolit ideallerin önünü tıkarlar. Oysa, gittikçe kalabalıklaşan dünyamızda evrensel değerler vardır ve olmalıdır. Bu değerlerin hiyerarşisi konusunda bir fikir birliğine varmayı, birbirimizi ikna etmeyi ummak yersizdir. Öte yandan, değerler üzerinde anlaşmanın mümkün olmaması –ki kitapta bunun nedenleri de tartışılıyor– kültürler arasındaki ‘söyleşi’nin –çeviride bu kelime tercih edilmiş– gereksiz olduğu anlamına gelmemelidir. Aksine, söyleşi, anlaşamasalar bile, insan topluluklarını birbirlerinin varlığına alıştırır. (Burada ‘söyleşi’, ‘başkalarının fikir ve deneyimleriyle bağlantı kurmak’ anlamına gelen bir metafor aynı zamanda.) Üstelik, sanıldığının aksine, çoğu durumda kültürler arasında çatışmaya neden oluyor gibi görünen şey karşıt değerler değil, aynı değere yüklenen farklı anlamlardır. Üçüncüsü, Appiah’a göre birarada yaşamamızı mümkün kılan şey ilkeler değil uygulamalardır. (Osmanlı’daki bir arada yaşama deneyimi üzerine söz söyleyenlerin önemli bir kısmının yanılgıya düşmesine neden olan şey bu ayrımın gözden kaçırılması değil midir?) O halde, pratik bir eylem olarak söyleşi de uygulamanın bir parçasıdır. Bir yabancıyla anlaşmak kağıt üzerinde devasa bir problem gibi görünebilir ancak somut bir yabancıyı sevip sevmemek çay içmek gibi çok daha basit, gündelik ortaklıklara bağlıdır. Dördüncüsü, küresel bir ümmet hayali kuran ve tüm insanlar için geçerli hakikatler öne süren yeni köktenciler. Burada da Appiah’ın örnekleri, tahmin edilebileceği üzere, din ve ideolojiler. Ona göre, tekbiçimlilik anlamına gelen bu tür bir evrenselcilik kozmpolitizmin tam zıttıdır. Sonuç olarak, Appiah’ın tanımladığı şekliyle kozmopolitizm, Boğaz’a karşı viski yudumlanan ve yerel aidiyetlerden tamamen kopuk ‘monşerce’ bir yaşam değil, evrensel değerlerin varlığına ve kültürler arası söyleşinin değerine inanılan, farklılığın kapı dışarı edilmediği bir evrenselcilik anlamına geliyor.      

Elbette kitapta bundan fazlası var. Edebiyat, antropoloji ve sosyal bilimlere göndermeler eşliğinde; hoşgörü, sömürgecilik, kültürel miras, terörizm, kürtaj, eşcinsel evliliği, kurban ritüelleri, kadın (ve erkek) sünneti, idam cezası, kültürel emperyalizm, Batı karşıtlığı ve ensest üzerine tartışmalar vasıtasıyla ilerleyen bir metin bu. Felsefecilerden ziyade sıradan okurlar için yazılmış ve yer yer onları kışkırtmaya çalışıyor. Bu noktada belki kitabı şöyle bir bağlama oturtmak yararlı olabilir. Öncelikle, Appiah’ın, anne tarafından İngiliz, baba tarafından Gana’lı olduğunu; Londra’da doğup büyümüş ve eğitimini orada tamamlamış bir filozof olduğunu; Müslüman olmamakla birlikte Müslümanların arasında büyüdüğünü ve Şâfi kuzenleri olduğunu; babasının avukat ve ülkesinde önemli bir siyasi lider, büyük eniştesinin ise kral olduğunu; ister Gana’da olsun isterse İngiltere’de, ‘kozmopolit’ bir ortam içerisinde büyüdüğünü; bu kitabı da 11 Eylül sonrası Amerika’sında ve ülkenin en önde gelen üniversitelerinden birinde (Princeton) öğretim üyesi olarak yazdığını akılda tutmakta yarar var. Bazı durumlarda yazarı naif yahut açıklamasını yüzeysel, vurgusunu gereksiz bulmamak için, Afrika’da açlıktan çocukların öldüğünü duyup da vicdan azabı duymamak için konforundan ödün verip vermemesi, onlara ne(reye) kadar yardım etmesi gerektiği konusunda bir kanaat önderinin yönlendirmesine ihtiyaç duyan ortalama bir Amerikalı olmak gerekiyor. Bununla birlikte kitap boyunca hayati soruların sorulduğu da aşikâr. 

Kırk yazı

İşte ben tam kırk yazıdır, Ferda Balancar’ın sayesinde, bu kitapta resmedildiği haliyle bir tür kozmopolit gibi davranmaya çalışıyorum. Çokkültürlülük gibi kozmopolitizmin de içi boş bir kavram haline gelebileceğinin ne kadar farkındaysam, başkalarının diline ve kültürüne kayıtsız kalarak kendini yarım bir dile, kültüre ve tarihe hapsetmekte patolojik bir tutumla ısrar eden bir ülkede, millî ve yerli olduğu iddia edilen aidiyetleri sorgulamanın politik bir eylem olduğunun da o kadar farkındayım. O nedenle kendimce ‘kirk’ ambarımı böyle doldurdum. Yerel aidiyetlerin (aile, okul, ülke, din) daha geniş ‘kozmpolis’lere aidiyetle çelişmediğini biliyorum. Eleştirmek ve sevmemek arasındaki özdeşliği olduğu kadar, sevmek ve terk etmek arasındaki ikilemi de reddediyorum. Kendim, sevdiklerim ve tüm insanlar için ‘her şeyi umuyorum, her şeyden korkuyorum, özgür değilim’.       

KozmopolitizmKwame Anthony Appiah
Çeviri: Fezal Gülfidan
Nika Yayınevi
200 sayfa.