Hitler pabucu yarım…

BİLGEHAN UÇAK

Harcıâlem bir güneş var dışarda. Hava serin, kış geliyor. Ama güneş bütün oynaklığıyla çağırıyor, çık sokağa, diyor; yürü sahil boyunca, bir daha bulamayabilirsin beni. Bense birkaç gündür, Paris’te, Passage Dieu’deyim.

“Bir Tanrı bilebilirdi, bu, Balzac ve Eugene Sue zamanlarında kaybolmuş küçük sokağa, hangi şeytanca bir nedenle, kendi kutsal adının verilmiş olduğunu. Ama Tanrı yine de talihli sayılırdı. Az ötedeki Providence sokağı daha da beterdi, Haltes sokağı üzerinde kısacık bir çıkmazdı, kimselerin adım atmadığı bir yer.”

Yahudi mahallesinde yaşıyorum, adı Charonne. İspanyol İç Savaşı alabildiğine kanlı devam ediyor, General Franco’nun ordularıyla ilgili haberleri ‘Ce Soir’ gazetesinden takip ediyoruz. Hitler, Almanya’da ölüm makinesine son şeklini vermekle meşgul. Kimse İkinci Dünya Savaşı diye bir şeyi telaffuz etmiyor ama aklımızın köşesinde korkunç bir şeyin gelmekte olduğu; hiç çıkmamacasına. Günlerim Moişale’yi takip etmekle geçiyor. Beni Passage Dieu’ye getiren de o zaten.

“İnsan dokuz yaşında oldu mu, sokak adlarına falan aldırış etmez. Moişe Sziloviç, Polonya göçmeni terzi-işçi David Sziloviç ile, kızlık adı Spiegel olan Esther’in tek evladı, Tanrı’nın (dieu) Paris’te meydanı, bulvarı, avenüsü varmış ya da yokmuş hiç umurunda değildi.”

Moişe Sziloviç, yani bizim Moişale, hepimiz gibi biraz yaramaz bir çocuk. Ama bizden bir farkı var, annesi kızınca ona “Hitler!” diyor, bazen bir yanımızda da böyle çağırıyor onu. Bizim evlerde ise Hitler’in adı şeytanın adıyla eş anılır, doğrusu ya, hiç anılmaz. Mahallede eğer Hitler diye birinden bahsediliyorsa, bunun Moişale olduğunu anlıyorduk. Moişe, Jeannine’i seviyor ama kızın ailesi bu durumdan hiç hoşnut değil. Sziloviçler hem Yahudi hem de hiç paraları yok. Jeannine, üst mahallede yaşıyor. Bir gün, gizlice buluştukları, hatta birbirlerini öptükleri için annesi bir tokat aşk etmişti Jeannine’e.

“Hem de utanmadan bir Yahudi ile, hiç gururun yok mu senin.”

Moişale koşarak kaçtı, üstelik elinde babasının teslim etmesi için verdiği pantolonlar vardı, bereket onları teslim edebilmişti, eve döndüğünde soluk soluğa kalmıştı hırsından. Sevdiği kız onun için tokat yerken o kaçmayı tercih etmişti. Kıpkırmızı kesti utançtan.

Madem Jeannine onu öptüğü için dayak yemişti, şimdi ne yapıp edecek ve dayak yiyecekti; en azından acıda birleşmiş olacaklardı yeniden.

“Pantolonları… paketi kaybettim.”

Basit bir şaka yetti.

“Yezit! Ananı babanı öldüreceksin kederden,” dedi annesi, “bu çocuk, bu Hitler bu, Hitler’in ta kendisi!”

Bunun şaka olduğu ortaya çıktığında, annesi ile babası, yani Mameh ile Tateh, arlarında tartışmaya başladılar. Mameh, az önce Hitler diye bağırdığı, arka arkaya tokatlar attığı oğlunu çok, hem de herkesten çok, seviyordu.

“Brn Moişe’yi senden daha çok severim Tateh. Onun için orospuluk etmek gerekse hiç duraksamadan onu bile yaparım, onun için her şeyi, her şeyi yaparım, Moişecik için.”

Hitler’den Moişecik’e dönerken adı, ruhu paramparça, mengenelerle sıkıştırılmıştı. Evde Hitler’den konuşuyorlardı. Almanya’da sinagoglar yakılıyor, Yahudiler tutuklanıyor, Hitler bütün nutuklarında Yahudileri suçluyor ve onları “dünyanın tüm belalarından” sorumlu tutuyordu. İspanya’da Franco orduları ilerliyordu.

“Boynun kırılsın, Hitler gibi senin, soluğun kesilsin, inmeler insin, koltuk değneklerine binesin…”

Mameh’in bedduası, hakiki bir dua içtenliğinde. Bütün bunlar olurken, yanardağın lavı gibi içinde yaşamakta olan bir şey fark etti Moişe ve adını Hitlercik koydu. Annesinin her kızışında “Hitler!” diye azarladığı, mahallede arkadaşlarının Führer’in adıyla dalga geçtiği Sziloviçlerin dokuz yaşındaki oğulları, “Moişe-Palas” dediği kendi odasını muhayyilesinde bir sinema salonuna çevirmiş, sonsuz hayaller içinde debeleniyordu.

İçinden “Sigal! Sigal!” diye bağırıyordu. Bu kelimeye dair bildiği tek şey, Hitler’in söylediğiydi. Malaga düşmüş, Cumhuriyetçilerin kayıpları korkunç sayılarla telaffuz edilir olmuştu. Hitlercik’in içine yerleştiği günlerde, küçük evlerinde biraz daha sıkılmak zorunda kaldılar. Oysa, o gün ne mutluydu; yakasında, öğretmenin özenle iliştirdiği nişanı… Herkes bir koşuşturmanın içindeydi. Tateh görene kadar kimse fark etmedi.

Dayısı Rayim, yengesi Ranekeh ve çocukları Froym, Amerika’ya gitmeden bir süre kalacakları Paris’e gelmişlerdi. Başta iyiydi her şey ama içten içe kaynayan ateş, iki çocuk arasında patlayıverdi. Kısa zaman içinde birbirlerinden nefret eder oldular.

Froym, kendisinden daha becerikli olan, nişanını göğsüne hep takan, Paris’i bilen, Fransızcaya hakim Moişe’yi kıskandı. Ona hakaretler, bilmediği Lehçe küfürler etti.

Moişe-Palas’ın perdesinde farklı filmler oynamaya başladıysa da başrol hep aynı kişinindi. Kimsenin görmediği, varlığının kimsenin bilmediği Hitlercik! Onu da sadece filmlerde görmüştü.

O zamanlar, filmlerden önce “Haberler” yayınlanırdı. Etrafa bağırıp çağıran bu adam, Şarlo’dan daha komik gözüküyordu Moişale’ye. Farklıydı, adeta kendisinin gölgesiydi. Düşünmemesi gerekenleri onun adına düşünen, yapmaması gerekenleri onun adına yapan bir iç ses; üstelik bütün sırlarını, neler düşündüğünü, her şeyi bilen bir arkadaş.

Bir cuma günü, komşunun radyosu Guernica’nın bombalandığını, uçakların haklı taradığını, şehrin ateşler içinde kaldığını söylüyordu. O gün, Moişe-Palas da bir savaş artığıydı. Tek tük oyuncakları kırılmış, defterleri yırtılmış, sayfaları karalanmıştı. Moişe, Froym’u tuvalette yakaladı; yumruk yumruk üstüne. Bu çocukların biri dokuz yaşındaydı.

Hitler’in ölüm makinesi kusursuza yakın işliyordu. Franco’nun orduları durdurulamıyordu. Moişale’yi ceza olarak odaya kilitlediğinde annesi, yapayalnız kalan oğlunun düşüncelerini bilmiyordu. Odada ne bir oyuncak ne bir defter ne de bir kitap, bir tek kalem buldu.

“Önce bir yürek resmi çizip içine Jeannine yazdı. Arkasından kaleminin ucuna Froym geldi. Bilinen bir ad değil, nasıl yazılır acaba? En iyisi Froillime demeli: Büyük harflerle üç tane ‘Froillime’e ölüm!’ yazdı, altına ‘Kahrolsun Spiegeller!’ diye ekledi.”

Öfkesi dinmek bilmiyordu.

“Biraz duraksadı, kalemi ağzında evirip çevirdi, sonra bir iki kez duvarlara yazılmış olduğunu gördüğü bir yazıyı yazdı: ‘Yahudilere ölüm!’ Ve yazar yazmaz kazımayı düşündü. Kendi evinde böyle bir yazının bulunması hoş değildi. Sanki goyim’ler evine girmişler, kinlerini kusuyorlardı. (…) Tam yazdıklarını silecekken dışarıdan Froym’un sesi geldi. Tempo ile ‘Moişe, Hitler, pis nazi… Moice, Hitler, pis nazi…’ diye bağırıyordu.”

Dokuz yaşında bir çocuktu.

“Ya, öyle mi? Kendi vücudundan nazileştiriliş bir varlık, kendini savunmak üzere ayaklandı, dilini çıkararak duvara ‘Yaşasın Hitler’ yazdı. Ama, bununla yalnızca zaferini yüceltmiş oluyordu. Duvarın öbür yanındaki Froym kendini güvende saydığından hep böyle bağırmakta devam ediyordu. Buna karşı elinden bir şey gelmeyen Moişe; ‘Yahudilere Ölüm’ yazısını kalınlaştırmaya karar verdi, onun için Yahudi Spiegellerdi, yalnız onlar. Canları çıksın, gebersinler, boğulsunlar, solukları kesilsin.”

Moişe’nin yanında Hitlercik’ten başka kimse yoktu. Biri olsaydı, biri dinleseydi, kendini anlatabilseydi, her yaramazlığında “Hitler!” diye çağrılmasaydı, biri konuşsaydı belki de bambaşka bir yöne savrulacaktı.

Olmadı. Moişe’nin bedenini Hitlercik ele geçirdi. Eskicinin eve gelip duvardaki yazıları okuduğu gün; yeniden dayak.

“Kıçı kızarmış, yüreciği kararmıştı. Hitlercik de Tateh’in elinin her iniş kalkışını zafer çığlıkları atarak karşılamış olmalıydı. Küçük şeytan sevinçten yerinde duramıyordu. Bu kadarını ummamıştı. Tateh, Moişe’yi eli ayağı bağlı onun eline teslim ediyordu. Moişe’nin döktüğü gözyaşları içinde kulaç atıyor, sevinçten ellerini oğuşturuyordu. Daha dün Moişe’nin kendisinden kurtulduğunu, kendisi için ölü mevsimin başladığını sanmıştı. Hitlercik işsiz kalmıştı. Şimdi ise kısa sürede becerebileceği bir sürü iş düşünüyordu. Vakit, gelmişti. Sigal, sigal. Saldırıya geçebilirdi artık. Hitlercik ilk emrini hemen yazdırdı.”

Mahalleli o günü hiç unutmadı. Hoş, nasıl unutabilirlerdi ki?

“Alnına sarkıtıp tükürükle yapıştırdığı perçem ve karakalemle boyanmış kocaman dörtgen bıyığından başka Moişe bir de kâğıttan bir kolluk yapıp üzerine gamalı haç çizmiş ve koluna takmıştı. Ve hiç kimsenin şüphesi kalmasın diye olacak daha bir sürü gamalı haç çizmişti her yanına. Yanaklarına, alnına, çenesine, hatta ellerine!”

Rap rap yürüyor, Hitler’in sözlerini tekrarlıyordu. Esnaf onu bir temiz pataklamak için peşine düştüğünde saklanmıştı, onu bulamadılar ama kendisi gibi bir sürü çocuk doldurmuştu sokakları; yüzlerinde gamalı haçlar… Kimsenin konuşmadığı ayakkabıcı ustası Leibich, çocuğu yakalayıp kir pas içindeki dükkânın içinde sakladı.

Kızılca kıyamet kopmuştu mahallede. Zaman, bu olayın alevini de söndürmüştü. İhtiyar Leibich ile henüz onuna basmamış Moişale, birbirlerinin en yakını olmuşlardı. Leibich, oğlanın içini bilen tek insandı. “Bir Hitlercik,” dedi, “ancak insanoğlunun mutsuzluğu ile beslenerek yaşayabilir.”

Kötü birşeyler yapma isteği uyandığında Hitlercik ile çılgın bir savaşa başlıyordu. Moişe çok tecrübesiz, çok güçsüzdü ona göre.

“Şu içimden gelen ses yürek çırpıntısı mı yoksa sabırsızlığından tepinen Hitler’in ayak sesleri mi?”

Leibich, ona asla uymamasını, onun kötülerin en kötüsü, şeytanların en şeytanı olduğunu söylemişti. Hitlercik’in esiri gibiydi. Bunu gidip gidip Leibich’e anlatıyordu. Leibich, herkesin burun kıvırdığı o pis ayakkabıcı ustası, Moişale’ye hazine diye sarı bir valiz gösterdi. İçinde çalışmayan bir saat, birkaç kitap, defter ile yazılar vardı.

Yıllar öncesine dair anılar anlattı. Viyana, Hitler daha çocuk, cılız, çelimsiz, Yahudilerin yönetimindeki bir yoksullar yurdunda, Leibich o yetimhanenin aşçısı, Adolf’un midesi bulanmış kusuyor, yanında Leibich, başını tutuyor…

Moişe, altı haftalığına gittiği deniz kıyısından yeni dönmüştü. Boyu uzamış, Liebich’in telkinleri sonucunda Hitlercik’in sesini kesmişti. Mahallede sıradan bir gün yaşanıyordu, ta ki Paris’te Alman büyükelçisinin Polonyalı bir Yahudi tarafından öldürüldüğü haberi gelene kadar. Kimi bu haberi kutluyor, Herchel Gryuszpan’ı kahraman ilan ediyor; kimileriyse daha temkinli yaklaşıyordu. Herchel, onaltısındaydı.

Nazilerin ‘Kristallnacht’ dediği, ‘Hitlercik, Annen Seni Çağırıyor’da ‘billur gece’ olarak anılan vahşetin bahanesi böylece hazırlanmıştı. Yahudilerin dükkânları, sinagogları ve evleri talana uğramış, cam kırıklarıyla örtülü sokaklara ay vurmuş, şehir billur gibi ışıldamaya başlamıştı. Faşizm bütün gücüyle, tankıyla topuyla geliyordu ama daha öncesinde binlerce, milyonlarca Hitlercik olmuş ve zaten gelmişti. Kimsenin göremediği milyonlarca Hitlercik, birbirinden apayrı bedenleri ele geçiriyordu. Çok az insan bununla mücadele edebiliyor, içine giren Hitlercik’i etkisiz kılabiliyordu.

“Bir bilge o Leibich. Doğru söylüyordu. İnsanların gözlerine baktığım zaman, çoğunlukla, kendilerinin olmayan bir bakış görüyorum. Kafalarının içinde bir Hitlercik var; öylesine kalın, cıvık bir sağduyu tabakası altında saklı ki, varlığından kendilerinin bile haberi yok.”

Etrafımda kuşlar cıvıldıyor. Ağı ağır dönüyorum Paris’ten. Kendi Hitlercik’imi düşünüyorum, yok mu? Buna gönül rahatlığıyla yok diyebilecek biri var mı?

Moişale’ninki geliyor sonra gözümün önüne, o salonda, ceza, bir oyuncağı olsa her şey bambaşka olacak. Olmuyor. Kötülük, diyorum, “ancak insanoğlunun mutsuzluğu ile beslenerek yaşayabilir.” Hiçbir Hitler tesadüfen gelmiyor bu dünyaya, onlar da bir zaman Moişale kadar masum oluyorlar, sonra, bambaşka nedenlerle, bazen tesadüflerle apayrı yollara düşüyor hayatlar.

Bebekten katil yaratanlar, yaşamak dolu dokuz yaşındaki Moişale’nin yüzüne gamalı haç çizdirenlerden başkası değil.

Hitler, Annen Seni ÇağırıyorAlain Spiraux
Çeviri:Müntekim Ökmen
Milliyet Yayınları
264 sayfa.