Hayal-i Hayalî üniversite

MURAT CANKARA 

Hayalî Cemaat’ kullanışlı bir kavram. Zira 13 vuruş. Kullandıktan sonra da 140’a varana kadar epey yer bırakıyor düşünüre. Üstelik mesajı da net: Mealen, ulus (meşrebinize göre, millet) dediğimiz şeyin aslı astarı yoktur, kendisi hayal edilmiş bir topluluktan ibarettir. Ne demiş müellif, ‘imagined community’. Anlayabildiğim kadarıyla bundan kastı, “Dünya Türk olsun!” (imagine all the people) türünden bir kendi çalıp kendi oynama halinden ziyade, “Hey millet, düşünsenize bir kere, hepimiz Türk’üz!” (imagine, all the people) türünden bir duygudaşlığın belli vasıtalarla ortaya çıkması. Meselelerimizi birdir/çoktur, vardır/yoktur, iyidir/kötüdür, Allah Allah, olmasaydın olmazdık/olsaydın olurduk düzeyinde tartıştığımızdan olsa gerek, Cemal Kafadar gibi (şimdilik) sağlı sollu sevdiğimiz bir tarihçinin pek isabetli uyarısını ıskalamaktan korkarım: “Modern çağlara ait bir olgu olarak milliyetçiliklerin millet ve vatan tarihi adına birçok şeyi inşa, hatta icat ettiği muhakkaktır. Öte yandan milliyetçiliklerin yaslandığı his ve tahayyül, duyarlılık ve fikir dünyasını oluşturan unsurların da bir tarihi vardır” (Kendine Ait Bir Roma, Metis Yay., s. 18). Diğer bir deyişle, bazı şeyler hayal meyal de olsa ana babalarımızın bile hatırlayabileceği zamanlarda icat edilmiş olabilir fakat bu topraklar üzerinde nefes almaya çalışan insancıklar olarak bizi birbirimize bağlayan (çaydan gayrı) şeyler (hiç olmazsa kavgalarımız var) bu icatlardan daha eskiye dayanıyor. O halde, tahayyül gücümüzü küçümsemek yerine, bize sağladığı imkânları yeniden düşünmeli. 

Japonya’da değiliz ama…

‘Sınırları Aşarak Yaşamak: Bir Sosyal Bilimcinin Yaşamından Anılar’, Benedict Anderson’ın Türkçedeki üçüncü kitabı. İlk olarak 2009 yılında Japonca basılmış. Amaç, Anderson’ın “İrlanda ve Britanya’da aldığı eğitimi, ABD’de yaşadığı akademik tecrübeyi, ayrıca Endonezya, Siyam (Tayland) ve Filipinler’de gerçekleştirdiği saha araştırmalarını konu almak, en çok ilgi uyandıran kitaplarına ve Batı’daki üniversitelere ilişkin yorumlarına yer vermek”miş. Böylece Japon öğrencilerin “Anglosakson bilim insanlarının ne gibi toplumsal, siyasal, kültürel ve dönemsel bağlamlarda doğduğu, eğitim gördüğü ve olgunlaştığıyla ilgili” malumat sahibi olmaları umulmuş. Anderson, daha sonra kardeşi Perry Anderson’ın (evet, ta kendisi) ısrarıyla İngilizceye çevrilen kitabını şöyle özetliyor: “Konudan konuya geçen bu kitap sonuç itibariyle iki ana tema etrafında dönüyor. Bunlardan ilki, çevirinin bireyler ve toplumlar için taşıdığı önemdir. İkincisi ise kibirli taşra hamasetine saplanma tehlikesidir - yani, ciddi bir milliyetçiliğin daima enternasyonalizme bağlı olduğunu unutma tehlikesi.” Japonya’da değiliz. Amma velakin madem ki Anderson’ın sözleri İngilizceden yola çıkıp tee Japoncaya kadar gitmiş, oradan da tekrar İngilizceye uğrayarak ayağımıza, yani Türkçeye gelmiş, feyz almak boynumuzun borcudur.

Kitapta Anderson’ın yaşamıyla ilgili bolca ayrıntı olduğunu belirtmem gerek. Fakat bu ayrıntıların sınırları ustaca çizilmiş. Ülkelere, hatta kıtalara ve dillere yayılmış bu kozmopolit yaşamın parçası olarak aile ancak yazarın entelektüel iştahını, ilgi alanlarını, akademik kariyerini ve kitaplarını belirlediği oranda var. Kültür, tarih, siyaset, gündelik yaşam hep entelektüel üretimle ilişkileri içinde ele alınıyor ve fazlalık, oraya iliştirilivermiş bir şıklık hissi uyandırmıyor. Bence bu açıdan çok başarılı ve üzerinde kafa yormaya değer bir örnek. Yine de Türkiye, benim için, bu sınır tanımayan akademisyenin anılarını kendi sınırları içine çekmeyi başardı. Kötü bir şey vuku bulduğunda olay mahallinden uzaklaşmak yerine tam da olayın gerçekleştiği yere doğru koşarak orada kalakalmama neden olan korkaklığımdan mıdır bilmem, kitabı hep ulusal felaketimizin sıfır noktası bellediğim üniversiteyi, üniversitelerimizi düşünerek okudum.   

Kitapta Anglosakson yüksek öğretiminin 20. yüzyıldaki dönüşümüne dair de epey bilgi var. Orta ve yüksek eğitimini İngiltere’de tamamlayan Anderson, daha üniversiteye girmeden Latince, Yunanca, Fransızca, Almanca ve Rusça şiirler ezberleyen bir geleneğin son temsilcilerinden. Daha sonra Amerikan üniversiteleriyle tanışacak. Akademik disiplinlerin doğuşuna, yükselişine, profesyonelleşmesine, siyasetin ve üniversitenin birbiri üzerindeki etkisine, alan çalışmalarının kendine yer açmasına ve zamanla disiplinler arasındaki sınırların sorgulanmasını sağlamasına tanıklık edecek. Çarpıcı örnekler, düşündürücü karşılaştırmalar, birbirine neden sonuç ilişkisi içerisinde bağlanmış bir dönüşüm hikâyesi. Üniversite sistemimizin ABD’den ithal edilerek yerlileştirilmeye çalışıldığı ve sonucun da ‘gmail’deki ‘forward’ kutucuğunun ‘yönlendirmek’ olarak tercüme edildiği bir garabet olduğu düşünülürse, kitap Türkçede yerini bulmuştur diyebiliriz.     

Anderson’dan dersler

Anderson’ın çizdiği tablonun bir karın ağrısı kısmı var. Bölümlerin nasıl bir anlayışla kurulduğunu, kütüphanelerin nasıl âbâd edildiğini, öğretim üyelerinin nasıl seçildiğini ve nasıl bir ortamda çalıştığını, lisansüstü öğrencilerin ne tür imkânları olduğunu okuyup gıpta etmemek mümkün değil. Doktora tezinde kendisini eleştiren öğrencisinin tezinin kitaplaşması ve iyi bir iş bulması için uğraşan danışmanlardan; elli yaşından sonra bir dili kendi kendine öğrenmek için çabalayan, kendi eserlerini tarihsel bir bağlama oturtarak eleştirebilen Anderson’dan bir şeyler öğrenmemek ‘makul’ değil. Kayserili olduğu için Kayseri üzerine çalışan, devlet bursuyla gittiği gavuristanın X şehrinde dönerci ve Türkçe konuşan birilerini ararken bir yandan da memleketteki maaşı yattığı için banka hesabında ev peşinatı biriktiren, bu arada da kentin önde gelen Türk bürokratlarıyla temasa geçmeyi ihmal etmeyen ve ek olarak, ileride asistanlarına okutmak üzere bazı belgelerin, kaynakların fotokopilerini aldıran doçent yardımcılarını hatıra getirince hayıflanmamak elde değil.    

Bu tablonun bir de diş gıcırtısı boyutu var elbette. Entelektüel üretimin Amerikan emperyalizminin hedefleri ve CIA’nın bu doğrultudaki fitne fücuru tarafından nasıl belirlenebildiğini; sizin binlerce kilometre uzakta, pek de burs almadan ama çok da burs alma umuduyla edebiyat üzerine yazdığınızı sandığınız tezdeki anahtar sözcüklerin bile kirli politikalarla ilişkili olabildiğini; yeterli boyutta ekonomik çıkar ve buna bağlı bir siyasi krize bağlı olarak, Endonezya dağ gelinciğinin çiftleşme biçimleri üzerine tezinizle prestijli bir üniversitenin sosyoloji bölümünde bile kadro alabileceğinizi görüp titrememek olanaksız. Dahası, bu özgür Amerikan üniversitelerindeki özgür akademisyenlerin, saha araştırması yaparak kariyer basamaklarını yükselmelerini sağlayan ülkelerdeki cunta yönetimlerine karşı yürütülen imza kampanyalarına, ülkeye giriş yapmaları yasaklanır da çalışmalarını sürdüremezler korkusuyla destek vermediklerini görmezden gelmeye gönül razı değil. Bir imza verseler ölürler miydi?

Son olarak, üniversite ve bölüm tanıtımlarının, burs ve hibe başvurularının, makale ve tez önerilerinin on numara beş yıldız kavramları: ‘disiplinlerarasılık’ ve ‘karşılaştırmalı yöntem’. Tıpkı eleştirel düşünce gibi, arzulanan fakat tam olarak nasıl elde edileceği, iyi uygulamasının nerede bulunduğu her zaman kestirilemeyen kavramlar. Memleketimizde disiplinlerarasılık denince, Antalya’da düzenlenen, katılımcı başına birkaç yüz dolar sunum parası talep eden, helal (yani akademik teşviğe uygun), bir biyologla sosyoloğun aynı oturumda sunum yapabildiği ve ‘multidisipliner çalışmaları’ başlığı altında tanımlanan konferanslar anlaşılıyor. Anderson işbu kitabında; hem genel olarak akademik yaşamında hem de ‘Hayalî Cemaatler’i yazarken disiplinlerin sınırlarını nasıl aştığını (hatta kimi zaman aşmak zorunda bırakıldığını), farklı alanlardan (edebiyat, sinema, antropoloji, tarih, siyaset bilimi) beslenmenin ve bunu akademik çalışmalara yansıtmanın ne demek olduğunu, kendi deyimiyle ‘akademik ve disipliner miyopluk’tan kurtulmanın gerekliliğini ve yöntemlerini anlatıyor. Bu da bana çok önemli geliyor. Zira, her nedense, disipliner yapının, içinde yaşadığımız kültürle ölümcül bir tepkimeye girdiğini ve üniversitelerimizin çöküşünün biraz da bundan kaynaklandığını düşünüyorum. Aşılmaz duvarlar, kendi çıkarlarına ve varlıklarına odaklanmış içine kapalı bölümler, bölümün çeyrek yüzyılını zalim bir kaya gibi tıkayan bölüm başkanları, bir şiddet ekonomisi olarak doçentlik jürileri, başka disiplinlerdeki meslektaşlarının yaptığını bilim olarak görmeyen ve ne kendi disiplinlerine ne de onun ağa babalarına eleştirel düşünce çerçevesinde mesafelenememiş akademisyenler. Ömürlerini bir dil sınavıyla savaşarak geçiren bu insanlar, parçası oldukları kurumun anlamını ve varlığını savunmak için ortak bir dil nasıl geliştirsinler?  

Hülasa, mahalledeki boş araziye iyi bir üniversite kurmak isteyenler, tez yaza(maya)nlar, tez konusu arayanlar, konusunu formüle edemeyenler, ABD’den gelip Türkiye’de saha araştırması yapan doktora öğrencilerinin cümlesini CIA ajanı belleyen akıl dolu sağcı ve solcularımız mutlaka okumalı bu kitabı.

Sınırları Aşarak YaşamakBenedict Anderson
Çeviri: Ayet Aram Tekin
Metis Yayınları
176 sayfa.