Hayriye olma halleri

PÜREN MUTLUTÜRK MERAL 

Önce ‘Bitirgen’di bizim için, büyüme sancılarında bir çocuk; sonra ilk gençlikle beraber geldi kadın olma halleri ‘Pala’nın; şimdi ise ‘huysuz’ ihtiyar olmuş bizim Hayriye…

Huysuz dediğime bakmayın, bütün bir hayatına tanıklık ettiğimiz kadın ne kadar “sıradan”dı ki yaşlılığı başka türlü tahayyül edilebilsin… Aile hayatıyla başlayarak çocuk aklıyla dahi kendi olma çabası vermişken, ilk gençliğin tüm karmaşasında aile erilliğine ve karşısına çıkan tüm ‘çerçeve’lere rağmen bildiğini yapmaya devam etmişken, yaşlı Hayriye’nin herkesin suyuna giden bir ihtiyar olabileceğini kim düşünebilir ki? Tipik bir ‘Hayriye olma halleri’ işte…

Rüya’nın umudu

Figen Şakacı, yine son derece akıcı bir üslûpla okuru derinden hüzünlendirip, akabinde kahkahalara boğmaya doyamıyor. Yalnız bu sefer Hayriye’yi birincil ağızdan, yazdığı yazılar dışında, hiç dinlemiyoruz. Serinin bu son kitabındaki kahramanımız ise Rüya, Hayriye’nin en yakın arkadaşı… Rüya, gençlik yıllarından beri Hayriye’nin en yakını, onu her şeyiyle bilen ya da öyle olduğunu düşünen, kabul eden ve seven kadim dostu. Okyanus ötesindeyken Hayriye ile yaptıkları haftalık görüşmelerin birden kesilmesiyle aklına düşen kurdu durduramayıp, yıllardır uzak kaldığı ülkesine, arkadaşını görebilmek umuduyla gelir. Ancak geldiğinde Hayriye’yi bulamaz. Her gün yeni bir umutla, yaşadığı yerdeki çevresiyle, Hayriye’nin ailesinden tek bildiği kişi olan ablası Necla ile, tesadüfen karşılaştığı ya da bizzat arayarak bulduğu eski arkadaşları ile nerede olabileceğine dair bir şeyler öğrenmeye çalışırken bulur kendini. 

Aslında bu arayış, Rüya’nın gerek kendisiyle, gerek uzun zamandır uğramadığı ve ne durumda olduğunu bilmediği ülkesiyle, gerekse de en yakın arkadaşıyla bir yüzleşme sürecine dönüşür. Hayriye’nin evinde kendini bir hırsız gibi hissederken, en başta arkadaşının aslında içinde biriktirip de kendinden sakladıklarını, edindiği yeni çevresindeki insanları fark edebilme şansı yakalar. Bu durum, Rüya’nın en çok kendisiyle, kendi ailesi ve çevresiyle olan ilişkileriyle yüzleşmesine sebep olur. Rüya’nın bu süreçte en sert biçimde yüzleştiği şey ise geride bıraktığı ülkesidir. Bu süreç, birçoğumuza tanıdık gelen bir dilde ve oldukça katı bir şekilde yaşanırken, birçok duyguyu da içinde barındırıyor. İstanbul’da geçirdiği vakitte kentin yaşadığı dönüşümü fark etmek, gençliklerindeki İstanbul’un yerinde yeller estiğini Rüya’ya acı bir şekilde gösterir. 

Kitap da burdan yola çıkıp “Dönüşen sadece kent midir?” sorusunu okura hem sorduruyor hem de yazarımızın durduğu noktadan bu soruya dair cevabı çok net veriyor. Dolayısıyla görüyoruz ki, insanlar da en az kentin dönüştüğü kadar değişiyor. Hatta bu dönüşüm zihinde Kafka’yı canlandırıyor, öyle ki, sanki bir gün uyandıklarında her şey bambaşka oluveriyor. Rüya, ‘postmodern’liğin sınırını ya da sınırsızlığını, Hannah Arendt’in yıllar öncesinde tanımladığı “kötülüğün sıradanlığı”nı ve bunun gençliğinde bıraktığı ülkesine nasıl fütursuzca yerleşebildiğini, okyanus ötesinde olmayı kabullenmiş ama hâlâ memleketini arayan bir insan olarak şaşırarak, öfkelenerek, üzülerek ve hatta yıllarca çizdiği ‘çizgisi’nden çıkarak karşılıyor. Bu noktada artık mesele de ‘Hayriye’yi bulmak’tan çıkıyor.

Figen Şakacı’nın bu üçlemesi içinde, okur üzerinde en çok etki yaratacağını düşündüğüm kitap olan ‘Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?’, aslında toplumdaki tüm Hayriye’lerin ortak hikâyesi… Farkında olarak ya da olmayarak, doğrudan etki ederek ya da etmeyerek o kadar çok şeyin baskısı altında ve o kadar çok şeye maruz kalarak “büyüyoruz” ki bu toplumda, kendimiz olabilmeyi tercih ettiğimizde ya tüm bunlardan koşarak kaçmak ya da kalıp daha büyük bir mücadeleyle yaşamı sürdürmek arasında bir tercih yapmaya zorlanıyoruz. Sanırım yazar, biraz da bu yüzden Hayriye Hanım’ı herkesin kendi içinde ve kendi sonucunda aratıyor. Hayriye her zaman politik, her zaman toplumsal olaylara duyarlı bir kadındı. Ama kendini ‘aratırken’ Rüya’ya buldurdukları, doğrusu tam da bizim ‘bitirgen’e yaraşır şeyler… Coğrafya kader midir, değil midir bilinmez elbet; fakat Rüya’nın yüzleşmelerine ve kendi yaşlılığına ve yalnızlığına korkuyla da olsa meydan okuyan Hayriye Hanım’ın mücadelelerine, kadın olma hallerine, memlekette sağduyulu insan olabilme hallerine tanık olurken, “Yahu neler yaşamışız biz bu ülkede!” demeden edemiyor insan. O bakımdan Figen Şakacı’nın dediği gibi, “Çalınan Hayriye Hanım mı yoksa bu ülke mi?”

Hayriye’nin akıbeti bilinmez, lakin herkes kendi Hayriye’sini kendi hayatında yazabilir. Yaşamıyla o kadar tanıdık, korkularıyla, yüzleşmeleriyle o kadar bildik, mücadelesiyle o kadar bizden, gidişiyle de o kadar etten kemikten ki; varsın akıbeti bizde saklı kalsın. Biz onun tüm hallerine tanık olduk, onunla çocukluğu, ilk gençliği ve belki de henüz deneyimlemediğimiz yaşlılığı deneyimledik ya; Hayriye Hanım böylece misyonunu tamamlamıştır zannımca… Hem o da böyle olsun istemez miydi? 

Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?Figen Şakacı
İletişim Yayınları
172 sayfa.