OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Tanınmamış şiddetin esareti

Bu hafta, soykırım kurbanları ve onların torunlarıyla, ilk önce fail sonra da inkarcı cenah arasındaki ilişki üzerine konuşalım. Bu öyle bir ilişki ki soykırım eylemi daha gerçekleştiği anda faili kurban karşısında yalnız siyasi ve sosyal anlamda değil, psikolojik olarak da bir değil birkaç adım öne geçiriyor. Bunda bilinmeyecek, tahmin edilmeyecek bir şey yok belki ama asıl altı çizilmesi gereken şu ki, soykırım ve onun şiddeti, tercihen hemen akabinde tanınmadığı ve failler cezalandırılmadığı sürece failin ve inkarcının bu psikolojik ve stratejik üstünlüğü aradan ne kadar zaman geçerse geçsin devam ediyor, isterse bir asır olsun. Sıfır anında elde edilen bu üstünlük devam edegeliyor. Oyunun kurallarını, nasıl oynanacağını inkarcı belirliyor, kurban ve torunlar cevap veren, yani aksiyona reaksiyon gösteren bir konuma mahkum ediliyorlar. Kurban inkarcının elinde kurban olmaya devam ediyor. İnkarcının inkarı, kurbanı bir kafese sokuyor ve orada tutuyor. Gidişatı, kurbanın psikolojisini ve tercihlerini belirleyen inkarcı cenah oluyor. İnkarcı kurbanı esaret altında tutuyor ve böylece şiddet aslında devam ediyor. “Tanınmamış (unrecognized) şiddet”, kurbanları bir kısır döngüye sokuyor. Kökensel şiddete tekrar tekrar geri dönmek zorunda kalıyorlar. “Öl(dürül)dük biz, görün, unutmayın”, diyorlar. Öldüklerini “ispatlayabilmek” için, nasıl öldürüldüklerini, en ince ve vahşi ayrıntısına kadar tekrar tekrar anlatıyorlar. Bunun da ruhen çok sağlıklı olduğu söylenemez herhalde. Fakat gel gör ki, baskılardan dolayı bu konuyu hiç konuşamamak, yokmuş gibi yapmak da bir o kadar sorunlu olabilir. 

Kurbanın bu esaretten, döngüden çıkması inkarcının inkarını, sesini umursamamayı gerektiriyor ama o da kolay değil çünkü inkar, varoluşa yönelen bir saldırı aslında; onu umursamayınca varlığınızı, var olma biçiminizi bir ölçüde umursamamış oluyorsunuz. Hani bir oyun vardır, daha çok çocuklara yapılır. Bir grubun olduğu bir mekanda bir ‘kurban’ seçilir ve diğerleri o yokmuş gibi yaparlar. O, orada değilmiş gibi gıyabında konuşurlar ama onunla konuşmazlar, onu görmezler, işitmezler. Onlar görmedikçe, umursamadıkça kurban, görülmek, tanınmak için daha fazla çırpınır. Kızar, hırçınlaşır, paniğe kapılır çünkü kendi varlığından kendi şüpheye düşer. Fakat, onun bizzat diğerlerini umursamamak pek aklına gelmez. Görmeme oyununu ilk oynamaya başlayan hep bir adım öndedir.

Bunları söylerken tabii aklımda Ermeni soykırımı ve onun inkarcıları var. Ermeni lobisinin ne kadar güçlü olduğu onlarca yıldır söylenegelen bir laftır ama aslında tam da yukarıda anlatmaya çalıştığım, inkarcıya bağlı, oyunu onun çektiği sahada oynayan, bir nevi sürüklenen pozisyondalar. Geçtiğimiz yaz yaşanan, benim de Amerika’daki Ermeni basınından öğrendiğim bir olayla örneklendirmeye çalışayım. Glendale’de (California) Americana diye bir alışveriş merkezi varmış. Bu AVM’nin yöneticileri, Ermeni soykırımı ve onun inkarcılığını anlatan “Architects of Denial” (İnkarın Mimarları) isimli bir belgeselin billboard afişine “fazla siyasi” olduğu gerekçesiyle izin vermemişler. Tabii, lokal Ermeni toplumu seferber olmuş, senatörler işe müdahil olmuş derken uzun lafın kısası AVM yöneticileri sonunda razı olmuşlar, daha doğrusu olmak zorunda kalmışlar. Birçokları bu hikayeye baktığında Ermeni diasporasının ne kadar güçlü olduğu sonucunu çıkarabilir. Bunun bir tür güç olduğu doğru ama 102 yıl sonra hala bir şeyleri birilerine anlatmaya çalışmak için çırpınmanın da, trajik bir yanı var gibime geliyor. Hem kurban sensin hem hala çabalamak zorundasın. İşte, inkarcının ve inkarcılığın başarısı burada yatıyor: akademide değilse bile kamuoyunda ortada tartışmalı, muğlak bir durum varmış izlenimini yaratmayı başarıyor ya da gücüyle, yarattığı ortamla üçüncü taraflarda “Bu işe bulaşmayalım” hissi uyandırıyor. O AVM yöneticileri “fazla siyasi” derken aslında “gergin ve tartışmalı” demek istemişler. Benzer bir afiş isteği Holokost için gelse aynı şeyi söyleyecekler miydi? Hiç sanmam. Kimse Holokost’un siyasi bir mesele olmadığını söyleyemez herhalde ama, meczup muamelesi yapılan marjinal gruplar dışında Holokost, Ermeni Soykırımı’nın tersine, kitlesel ve bir devlet politikası olarak inkar edilen bir olgu değil. Kimse, Holokost inkarcılığına yüzlerce milyon akıtmıyor. Onun için de “tartışmalı” olmuyor.   

Başka bir kısa öreği de gene Amerika’daki Ermeni basınından aktarmama izin verin. Haber, bir grup Ermeni’nin bir sinema salonunu kapatarak “Promise” filmini seyrettiğini aktarıyor. Haber, “Bu filmi seyredin, Ermeni olmayanlara da seyrettirin” diyerek bitiyor. İşte anlatmaya çalıştığım durum bu: soykırımdan 102 yıl sonra hala üçüncü taraflara bunu anlatmak zorunda olmak, bu bir zül değil mi? Düşünebiliyor musunuz, bunca zaman sonra Amerikalıları kolundan tutup sinemaya götürecekler veya ellerine filmi tutuşturacaklar, “Al seyret, bizi nasıl öldürdüler”, diyecekler. Yanlış anlaşılmasın; bütün bunları, bu tutumu yanlış bulduğum, o insanları suçladığım için katiyen yazmıyorum. İnkarın ve inkarcılığın onları nasıl esaret altında tuttuğunu, entelektüel, moral, psikolojik sınırlarını nasıl daralttığını anlatabilmek için yazıyorum. “Yok, öyle bir şey” diyenler olduğu sürece, onlar da gayet anlaşılır bir şekilde, “Hayır, var öyle bir şey” demeye çalışıyorlar. Onlar değil, onları bu kapana düşürenler utanmalı.