‘Müftü nikâhı’ ve laik devlette azınlıkların fırsat eşitliği

Katolik Peder Antuan Ilgıt, Hıristiyan din adamı olarak, müftülere nikâh kıyma yetkisi verilmesi tartışmalarını farklı bir açıdan Agos okurları için değerlendirdi. Antuan Ilgıt, Papalık Güney İtalya Teoloji Fakültesi’nde Ahlâk Teolojisi alanında yardımcı doçent doktor olarak görev yapıyor. Ilgıt’ın ABD’de Boston College’da tamamladığı doktora tezi, Libra Kitap tarafından ‘Muslim and Catholic Perspectives on Disability: A proposal for Muslim-Christian Dialogue’ (Engellilik Üzerine Müslüman ve Katolik Perspektifler: Müslüman-Hıristiyan Diyaloğu İçin Bir Öneri) başlığıyla İngilizce olarak yayınlandı.

Süresi uzatıldıkça olağanlaşan olağanüstü hâl ve buna dayanılarak çıkarılan KHK’lerin dayatıcılığına karşı elimizin kolumuzun bağlı olduğu şeklindeki kabullenmişlik, yurttaşlarımızın ve pek çok sivil toplum yapılanmasının yasal düzenlemelere ilgisini oldukça azalttı. Hal böyle olunca son zamanlarda toplumsal yaşama dair, eğitim-öğrenim ve sağlık gibi hayati öneme haiz konular üzerine yapılan dini içerikli düzenlemeler, kısa ve zayıf bir tartışma sürecinin hemen ardından kabul edilir ya da umursanmaz oldular. Oysa ki demokratik toplumlardan beklenen, yasa koyucuların, yasaları hazırlarken toplumun her kesimini kucaklayan özgür bir tartışma ortamı sağlamaları, bu sayede de yeni yasal uygulamaların getirilerini artırma yoluna gitmeleridir. Bunun tersi bir eğilimin artık bir rutin haline gelmesi, Türkiye gibi anayasasında insan haklarına saygılı, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olduğu iddiasında bulunan devletlerin bu iddialarının ve çıkarttıkları yasaların meşruiyetini sorgulanabilir kılmaktadır.

‘Manevi rehber’

Bu anlamda, geride bıraktığımız günlerde göz önüne çıkan iki değişik uygulamaya dikkat çekmek istiyorum. Bunlardan ilki Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından imzalanan 7039 Sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, diğeri ise 2015’te dönemin Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu ile Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez arasında imzalanan işbirliği protokolüyle hayata geçirilen ‘Sosyal İçerikli Din Hizmetleri Projesi’ kapsamında din görevlileri için Antalya Araştırma Hastanesi’nde ‘Manevi Rehber Birimi’ kurulmasıdır. 

Çok kişi, kamuoyunda artık ‘Müftü Nikâhı’ olarak tanınan müftülere nikah yetkisi verilmesini içeren yasa ile sağlık hizmetlerinde ‘Manevi Rehber’ olarak imamların kullanılması uygulamalarını gerçekte Diyanet’in, Diyanet aracılığıyla da AKP hükümetinin, toplumun her alanında dinin bir nebze daha etkin kılınması çabalarının birer örneği olarak yorumluyor. Bu tartışmalara girmeden, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Katolik Hıristiyan bir din adamı olarak bu iki hususa ilişkin birkaç değerlendirmede bulunmayı demokratik bir hak ve süregelen tartışmalara bir katkı olarak addediyorum.

2015’te ‘Sosyal İçerikli Din Hizmetleri Projesi’ imzalanırken, gazetecilerden gelen “Peki ya azınlıklar?” sorusu üzerine Sağlık Bakanı Müezzinoğlu, devlet büyüklerimizin o bildiğimiz lütfeder tavrıyla, “Özellikle azınlık mensuplarına, onların dini sorumlularıyla, temsilcileriyle görüşerek, o anlamda görevlendirme yaptıklarında onların da en tabii hakkı bu” gibi bir cevap vermişti. Aslında ana sorun tam da sayın bakanın vermek zorunda kaldığı bu cevapta yatıyor. Madem anayasaya göre kanun önünde her vatandaş eşittir ve bahsi geçen uygulama bir insan hakkı olması dolayısıyla diğer inanç gruplarına mensup vatandaşların da ‘en tabii hakkı’ olarak görülmektedir, o zaman yapılması gereken en doğru şey bu protokoller hazırlandıktan, yasalar onaylandıktan sonra değil, bilakis evvelinde bunların diğer dini liderler ve cemaatleriyle görüşülmesi, tartışılması ve nihayetinde toplumun her kesimini kucaklayıcı düzenlemelerin yapılması yoluna gidilmesidir. 

7039 sayılı yasanın 6. maddesi ile halen yürürlükte olan 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun 22. maddesinin 2. fıkrasında sayılan bakanlığın evlendirme görev ve yetkisi verebileceği kurumlar arasına il ve ilçe müftülükleri de eklenmiştir. Peki ya diğer inanç grupları? Adı geçen bakanlık, talep gelmesi durumunda, Patrikhanelerimiz ve Episkoposluklarımız aracılığıyla biz Hıristiyan din adamlarına da aynı görev ve yetkilendirmeyi yapacak mıdır? Başka bir deyişle, kiliselerimizde kıydığımız dini nikâhlar -- hali hazırda yaşadığım İtalya’da olduğu üzere -- aynı zamanda resmi nikah olarak da kabul edilecek midir? Eğer bu sorulara verilecek yanıt kocaman bir hayır ise laik bir devlet düzeninde bunun her kesimi ikna edici bir açıklaması da olmalıdır.

Aynı şekilde, sağlık hizmetlerinde ‘Manevi Rehberlik’ konusunda da birlikte tartışmamız, görüş teatisinde bulunmamız ve birlikte kararlaştırmamız gereken çok sayıda husus var. Bu hususlar insan yaşamını ve insan olma onurunu yakından ilgilendiren hayat memat meselesi konular olduklarından ayrı bir öneme haizler. AB’nin kapılarını on yıllardır ısrarla aşındıran günümüz Türkiye’sinde, Katolik, Ortodoks ya da Ermeni Apostolik olsun, Sünni olmayan hiçbir inanç grubuna ihtiyaçları olan din adamlarını yetiştirebilmeleri için eğitim-öğretim kurumu açma hakkı tanınmadığından Katolik bir Peder olabilmek için uzun yıllar evvel İtalya’ya gitmek zorunda kalmıştım. Daha sonra da yine aynı özgürlük ortamının halen sağlanamamış olmasından ötürü Tıp Etiği ve Ahlak Teolojisi alanlarında uzmanlaşmak için uzun yıllar Vatikan ve ABD’nin en önde gelen üniversitelerinde okumak durumunda kaldım. Anadolu topraklarında dendiği üzere, ‘her şerde bir hayır vardır’; gurbette okudum ve kaderin bir cilvesi olarak yine gurbette Papalık Güney İtalya Teoloji Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak başka ülkelerin din adamlarını yetiştirme ayrıcalığına sahip oldum. 

Hasta hakları

Ülkemde süregelen Ruhban okulları yasağının bana yaşattığı tecrübe ve kazandırdığı bilgi birikimine dayanarak ‘Sağlıkta Manevi Rehberlik’ hizmetine ilişkin naçizane birkaç hususa dikkat çekmek isterim: Keyfi uygulamalara yer vermeksizin, özgür iradeyle talep olması halinde danışılmak üzere sağlık kurumlarında din adamlarının bulundurulması yararlıdır, laik devlet olmanın da gereğidir. İlgili din adamlarının görevi sadece dua etme ya da cenaze kaldırma ile sınırlı olmamalıdır. Her inanç grubu mensubu hayatın başlangıcı, sürdürülmesi ya da sonlandırılmasına ilişkin manevi ve etik değerlendirmeleri yaparken, eğer arzu ederse, kendi inancından ve bu konularda gerekli akademik eğitimi almış din adamlarıyla fikir teatisinde bulunabilmelidir. Her hasta ve hasta adına karar almaya yetkili hasta yakınının, yapay döllenme metotlarından tutun kürtaja, organ bağışı ve naklinden tutun terminal hastaların tedavilerinde ısrar hususundan tedavilerinin sonlandırılmasına kadar her türlü karmaşık ve özen gerektiren etik konuda inançlarının gereğini bilmeyi ve bu bilgilere ehil kişiler aracılığıyla ulaşmayı talep edebilme hakkı vardır. 

Bu hususlar ışığında, özgürlüklerin gitgide kısıtlanıyor olması sebebiyle gitgide artan akademik yozlaşmayı ve hiç kimse incinmesin ama İmam Hatip liseleri ile İlahiyat fakültelerinin daha çok niceliksel olarak geliştikleri gerçeğini de göz önünde bulundurarak birkaç soru sormak istiyorum: Antalya Araştırma Hastanesi örneğinde olduğu gibi manevi rehber olarak sağlık kurumlarında görevlendirilen imamlar bu görevlendirilmelerin bir gereği olarak tıp etiği, psikoloji gibi uzmanlık gerektiren eğitimler alıyorlar mı? Alıyorlarsa nerede alıyorlar ve bu eğitimlerin giderleri hangi kurum tarafından karşılanıyor? Yine laik devlet olmanın bir sonucu olarak sağlıkta ve eğitimde fırsat eşitliği açısından diğer inanç gruplarının din görevlilerine de aynı görev hakkı ve bu görevi layıkıyla yerine getirebilmeleri için eğitim alma hakkı tanınacak mıdır?

Elbette bütün İlahiyat fakültelerinde ve yasaklılık durumunun kaldırılması durumunda açılacak ‘ruhban’ okullarında, bu uzmanlık alanlarının bilfiil bulundurulması fazla gerçekçi görünmeyebilir; en azından ilk etapta. Ama Türkiye’de, başta Ankara, Hacettepe ve Gazi Üniversiteleri olmak üzere köklü devlet üniversitelerinde zaten var olan Tıp Etiği Ana Bilim Dallarıyla, Diyanet, Patrikhane ve Episkoposluklar arasında işbirliğiyle düzenlenecek eğitim programlarıyla bu yaşamsal konularda kayda değer hizmetler verebilecek kalifiye din adamlarının yetiştirilmesinin önünde de kanımca çok fazla engel yoktur.

Özgürlük ortamı

Nitekim, asrın liderliğine, büyük devlet olmaya soyunan devletler, ancak ve ancak demokrasiden ödün vermeyen, etnik kökeni, inancı her ne olursa olsun vatandaşlarından korkmayan ve onlar arasında ayrım yapmayan, çoğunluk inancını sadece çoğunluğu gözeten yasa ve düzenlemeler yaparak azınlıkta olanlara dayatmayan erdemli yöneticiler sayesinde mümkün olabilecektir. Bir ülkenin gelişmişlik düzeyi, en başta eğitim ve sağlık hizmetleri olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin sağlanmasında uygulanan fırsat eşitliği ve çoğulcu katılımın sağlanmasıyla, daha da önemlisi insana verdiği değerle ölçülür. Son tahlilde, bu tür bir özgürlük ortamının tesisi için biz din adamları da elimizi taşın altına koyarak suskunluğumuzdan sıyrılmalı, bir yandan devlet büyüklerimizden gerekli sosyal adalet ve katılımcı demokrasi koşullarını oluşturmalarını talep edip, açılmaları için kapalı kapıları ısrarla çalarken, bizlerden beklenen yol göstericiliğin hakkını vermeliyiz. İhtiyacımız olan kudret başka hiçbir şeyde değil, bizleri aynı Tanrı’nın evlatları, kardeşler olarak birleştiren insan olma onuruna saygıda yatmaktadır. 

Kategoriler

Güncel Türkiye

Etiketler

müftü nikahı


Yazar Hakkında