VİCKEN CHETERİAN

Vicken Cheterian

Devrimci fikrin kaybolan büyüsü

Rusya Devrimi’nin 100. yıldönümü pek de heyecana neden olmadı; ne kutlamalar ne de yeni tartışmalar vardı. Tembelce birkaç televizyon programı, geçmişe dönük gazete taramaları ya da sanat sergileri hazırlandı. Yine de, 20. yüzyılı şekillendiren en büyük olaylardan birine yönelik bu genel ilgisizlik, sadece Ekim 1917 Rus Devrimi’ne yönelik çağdaş muğlaklıkla ilgili değil, genel olarak bir paradigma değişimi olarak devrime yönelik muğlaklıkla ilgili. 

İlk proletarya devrimine yönelik ilgisizlik Rusya otoritelerinin ilgisizliğiyle vurgulanıyor ama sadece bununla sınırlı kalmıyor. Moskova’nın yönetici sınıfının 1917 Rus Devrimi’yle ilgili epey kafası karışık görünüyor: Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, yüzüncü yıldönümü için büyük bir parti vermeme kararı almasıyla Kremlin’in yeni efendisinin devrimi ve devrimcileri nasıl küçümsediğini göz önüne sermiş oldu. Bu durum Sovyetler Birliği’nin travmatik çöküşünde Rus elitinin yaşadığı şoku ve devamında gelen, elitin yeni kazandığı refah ve istikrarın, tıpkı komşu Ukrayna’da olduğu gibi Batı destekli toplumsal hareketlerle devrilmesine yönelik korkuyu yansıtıyor. Putin anahtar kelimelerin birlik ve istikrar olduğu, devrim coşkusu ve kışkırtmanın yerinin olmadığı bir milli kimlik yaratmayı istiyor. 

Sovyetler Birliği’nin doğuşu da ölümü de Rusya’nın hükümdarlarını travmatize ediyor gibi görünüyor. Yaşadıkları anlaşmazlık en iyi Rusya’da, Lenin’in Kızıl Meydan’daki mozolede sergilenen bedeninin gömülmesi ya da sergilenmesine ilişkin eski tartışmada kendini gösterir. Yaklaşık bir yüzyıl sonra, Lenin’in bedenini toprağa gömmeden önce fikirlerini çoktan gömdük mü?  

‘Devrim paradigması’ 1917’den bile önce, Avrupalı ve ardından evrensel entelijensiyanın tahayyülüne hükmediyordu. Bu durum 1789 Fransız Devrimi’yle başladı; entelektüeller değişime ve otokratik kuralların sonuna hasretken, insanların kendi özgürlüklerini kazandığı ‘devrim’ fikrini romantikleştirdi. Fransız Devrimi ve onun getirdiği bireysel özgürlük ve eşitlik fikirleri sonrasında ekonomik gelişme geldi; bazı batı Avrupa ulusları hızlıca gelişti ve siyasi örgütlenme (parlamenter demokrasi) ve ekonomik ilerlemenin (endüstriyel kapitalizm) modelleri haline geldiler.

Hem baskıcı ve keyfi yöneticilerin, hem de gerileyen ekonomik sistem ve kitlesel yoksulluğun çilesini çeken pek çok ulus için devrim bir kurtuluş yolu olarak görülüyordu. Gerçi, devrimi düşünmenin pek çok yolu vardı, bunlardan biri de anayasal düzen vasıtasıyla bir cumhuriyet kurmaktı. 1906 İran Devrimi, 1908 Jön Türk askeri devrimi, 1911 Çin Devrimi, hepsi ‘anayasa’ adına yapıldı. Rusya’daysa, 20. yüzyıl boyunca hegemonyasını devam ettirecek bir başka devrim fikri oluşmuştu: sadece siyasi eşitlik değil, aynı zamanda ekonomik ilerleme ve sınıfsız bir toplumu kurmak adına yapılan bir sınıf devrimi. Rus devrimcileri için tek problem, ödünç aldıkları Karl Marx’ın teorileri güçlü ve örgütlü bir işçi sınıfının var olduğu gelişmiş endüstriyel toplumlar için düşünülmüşken, kendi ülkelerinin Avrupa’da ekonomik olarak en geri kalmış ülke olmasıydı. 1917 devrimi patlak verdiğinde kentleşme oranı %15’in altında olan, nüfusunun sadece üçte birinin okuma yazma bildiği Rusya için Marx’ın teorileri geçerli değildi. 

Rus sosyal demokratları, gelmekte olan devrimin doğası hakkında sonu gelmeyen tartışmalar yapıyordu. Sonuçta, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki yıkım ve kayıplar sonucunda 300 yıldır tahtta olan Romanov hanedanı düşünce durum çözüldü: en iyi örgütlenen ve en radikal grup olan Bolşevikler iktidara geçti. 

Devrimlerin neticesi, devrimcilerin muhalefetteyken hayal ettikleriyle uyuşmadı: Fransız Devrimi terör saltanatına ve Napolyon savaşlarına yol açtı; İran devrimi Pehlevi hanedanını ortaya çıkardı; Jön Türkler yönetimi ele geçirdikten 10 yıl sonra ilk modern soykırımı uyguladı. Rus devrimi de kendi zalimliğini yarattı: dört milyon insanın ölümüne neden olan iç savaş, Ukrayna, Güney Rusya ve Kazakistan’da milyonlarca insanın açlıktan ölmesine neden olan zorunlu kolektivizasyon, 1938 Moskova yargılamaları ve pek çok Bolşevik militanı da dahil olmak üzere aydınları ve kentli orta sınıfı yok eden toplu katliamlar. Moskova savunucularının uzun zaman boyunca reddettiği bu suçlar artık tartışmaya açık değil. Yine de 1920’lerdeki hızlı endüstriyelleşme ve 30’larda Nazi istilasına karşı açılan savaş nedeniyle Stalin’in mirası korundu. Bu ‘başarı’ bile 1990’larda Sovyetler Birliği’nin çökmesinden ve sanayisizleşmeden sonra sorgulanır oldu.  

Rus devrimi, Stalinizme rağmen 50 yıldır ilham vermeye devam ediyor. Kolonyalizme karşı savaşan milletler bu devrimi benimsedi. Sosyalizm vaadinden ilham alan yeni devrimler Çin’de, Küba’da, Vietnam’da, Angola’da ve başka yerlerde muzaffer oldu. 1968’de, ‘insani yüzlü sosyalizmi’ deneyimleyen yerel bir inisiyatifi bastırmak için Prag’a gönderilen tanklar kopuşun işaretiydi. Prag devriminden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Solidarnosc Sendikası çevresinde örgütlenen Polonyalı işçiler Katolikliği seçti; İran devrimcileri de devrimci değişimin yeni ideolojisi olarak İslam’ı seçti. Eşitlik ve kalkınma ideali üzerine kurulan devrim paradigması Prag Baharı’nın bastırılmasıyla ezildi. 

1990’lardan itibaren devrimin ne anlama geldiği fikri istikrarsızlaştı. Berlin Duvarı 1989’da yıkıldı, ondan iki sene sonra Sovyetler Birliği kan dökülmeden çöktü. Devrimler, vatandaşların seferberliğiyle siyasi sistemin radikal değişimini öngören barışçıl eylemler olabilir mi? Açık olan şu ki, ‘komünist’ sistemler altında yaşayan toplumlar radikal dönüşüm için yeni bir ideoloji istemedi; daha ziyade batıdaki Avrupalı komşuları gibi ‘normal’ olmak istediler. 2000 Ekim’inde Sırbistan’da başlayarak, 2003’te Gürcistan’da, 2004’te Ukrayna’da ve 2005’te Kırgızistan’da devam eden ‘renkli devrimler’ dalgası da rejimlerin şiddetsiz bir şekilde değişmesine neden oldu. Yeni bir demokratik devrimler çağı başlamışa benziyordu. Ama sonra 2011’de Arap isyanları geldi. İlk aylarda Doğu Avrupa’daki demokratik devrimlerin devamıymış izlenimi vermişti; medyanın kullandığı ‘twitter devrimi’ ya da ‘facebook devrimi’ tabirlerini hatırlıyor musunuz? Ama kısa süre sonra, eski rejimler hegemonik güçlerini devam ettiredursun Ortadoğu ve Kuzey Afrika kan banyosuna döndü.

Bolşevik devriminden bir yüzyıl sonra devrimlere bakışımız değişmiş, bir zamanlar milyonlarca insanı harekete geçiren ideolojiler parıltısını kaybetmiş olabilir; ancak devrimci patlamaların her şeye rağmen nüksettiği gerçeği orta yerde duruyor.