Osmanlı’nın sinemayla imtihanı

MURAT CANKARA

(F)arz edelim ki geceymiş de odamızda mum yakarak oturmuşuz. Bu halde pencereden dışarıya bakılınca yaktığımız mumun aynı bahçede veyahut –hanemiz sokak üzerin[d]eyse– sokağın orta yerinde dahi yanar. Biraz dikkat edecek olsak görürüz ki mum yanında gözlüklerini burnuna takarak dikiş dikmeye çalışan kayınvalide hanımı dahi dışarıda görürüz. Bu hayâlleri akseden [yansıtan] nedir?” Ahmet Mithat Efendi bu soruyu 1882 yılında, resimli ‘Mir’ât-ı Âlem’ dergisinde sormuş. Amacı, pek çok konuda olduğu gibi, sinemanın müjdecisi büyülü feneri (kendi verdiği isimle ‘sihr-i sirâcî’yi) bu konuda hiçbir bilgisi olmadığını varsaydığı Osmanlı okuruna tanıtmak. 1887’de ‘Manzara’ dergisi tarafından bir kitapçık halinde de okura sunulan bu metin (tamamını ‘Toplumsal Tarih’ dergisinin Kasım 2015 tarihli 263. sayısında bulabilirsiniz), Gaston Tissandier’nin ‘Causeries Sur La Science’ (1880) [Bilim Üzerine Sohbetler] başlıklı kitabının bir bölümüne dayanıyor. Kitaptaki resimleri de kullanan Ahmet Mithat, kendisinden bekleneceği üzere, okuduğunu çeviri, uyarlama, yeniden yazma karışımı bir teknikle Türkçeye aktarıyor: “Mesela kırda bulunduğunuz bir zamanda karşınıza bir karış boylu iki karış sakallı bir âdem çıkar ki külahı dört karıştır. Gulyabani gibi bir anda minareden daha yüksek olarak uzandığını müteâkıb [uzanmasının ardından] yine o anda bir karış boyuna avdet eder [döner]. Bir aralık dahi külliyen mündefi’ olup [tamamen yok olup] derhal yine peyda olur [ortaya çıkar]. İşte lantern majik [büyülü fener] denilen alet bu gibi hayâlâtı vücuda getirmeye hizmet eyler bir şeydir ki fizik yani hikmet-i tabîiyye bilmeyenler nezdinde bununla gösterilecek olan acayip ve garâib [tuhaf ve şaşılası şeyler] adeta mu’ciz-kârâne [mucize gibi] bir şey olmak üzere telakki olunur [kabul edilir].” Diğer bir deyişle, Fransızca metinde verilen tren ve Paris bulvarlarından birindeki ışıklandırılmış bir kafenin pencereleri gibi örnekleri, mum ışığında dikiş diken kayınvalide ve boyu bir anda uzayıp kısalan gulyabani gibi, okurunun daha aşina olduğu imgelere dönüştürüyor Ahmet Mithat. Her zamanki gibi eğlenceli ve öğretici. Üstelik akla şu soruyu getiriyor: Büyülü fenerle ve görsel yanılsama yaratan bilumum aygıtla, akabinde de sinemayla ilk kez karşılaşan Osmanlı seyircisi nasıl tepki vermişti?   

1894-1928 dönemi

Nezih Erdoğan’ın ‘Sinemanın İstanbul’da İlk Yılları: Modernlik ve Seyir Maceraları’ başlıklı çalışmasının yanıt aradığı temel sorulardan biri bu. Aslında, klasik bir monografiden ziyade, kısmen, kolektif emeğe dayanan bir araştırma projesinin sonuçları üzerine inşa edilmiş bir kitapla karşı karşıyayız. İstanbul Bilgi Üniversitesi’yle Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sağladığı fonlarla 2006-2010 yılları arasında oluşturulan belge arşivi, “1894-1928 yılları arasında yayımlanan Osmanlıca gazete ve dergilerde hareketli görüntülerle ilgili çıkan ilan, haber, fıkra vb. türü malzemenin taranmasını ve latinize edilmesini” kapsıyormuş. Ardından Özyeğin Üniversitesi’nin katkısıyla bazı Fransızca gazeteler de taranmış.

Bu araştırma projesinin verilerini kullanan kitap üç bölümden oluşuyor. Çekirdeği oluşturan ilk bölüm kendi içerisinde dörde ayrılmış. Bunlar Nezih Erdoğan’ın daha önce çeşitli akademik makalelerde ele aldığı konular etrafında dönen bölümler. Burada hem dünyadaki hem Türkiye’deki sinema tarihyazımına ilişkin değerlendirmeler yapılıyor; Marshall Berman, Paul Virilio, Christian Metz, Walter Benjamin, Richard Sennett gibi isimlere referansla görsellik, sinema, modernlik ve kent kavramları üzerinden bir bağlam oluşturuluyor; İstanbullu müslüman seyircinin sinemayı deneyimleme biçimlerine dair örnekler sunulup sorular soruluyor; payitahtı hareketli görüntülerle tanıştıran girişimciler ve kullandıkları aygıt, mekân, pazarlama stratejilerinin dönüşümü hakkında ilginç bilgiler veriliyor. Böylece seyircinin izleme deneyiminin hesaba katıldığı bir sinema tarihi yazmanın imkânlarını zorluyor Erdoğan. İstanbullu Müslüman izleyicilerin hareketli görüntülerle karşılaşmasına dair eğlenceli anekdotlar ve düşündürücü sorular bir yana, bu bölümün benim açımdan en dikkat çekici kısmı, yazarın boğuştuğu bir soru(n): Sinema İstanbul’da nasıl bir “seyir habitusu”na geldi? Bundan kasıt şu: Osmanlı’daki temaşa geleneği ve pratikleri, kentli seyircinin sinemayla karşılaşmasını nasıl, ne ölçüde belirledi? İşin bir kısmı karagöz, meddah ve ortaoyunu temsillerinin geleneksel izleyicisiyle modern sinema izleyicisi arasında bağlantı kurmayı gerektiriyor. Özetlemek gerekirse, soru şu: Acaba imparatorluğun geleneksel temaşa sanatlarının yanılsamacı olmamaları, gerçeğin birebir kopyasını sunduklarını iddia etmemeleri ve temsili, oyunu, performansı öne çıkarmaları sinemanın seyirci tarafından kabulünü kolaylaştırdı mı? Diğer kısmında ise, Cemal Kafadar’dan ilhamla ve Molla Sadra’ya referansla, İslam felsefesinde ve Osmanlı’da; “görme”, “rüya” ve “hayal”den ne anlaşıldığı sorusu kurcalanıyor. Tahmin edilebileceği üzere, bu iştah kabartıcı girişimden sonuç almak kolay değil. Nitekim yazarın bu çabasının yeterince derinleşerek çalışmanın geri kalanıyla bütünleştiğini söylemek güç.           

Ansiklopedik sözlük

İkinci bölümde bir ansiklopedik sözlük var. Kitabın bence bu en eğlenceli bölümünde, Osmanlı’da sinemanın ilk yıllarında önemli rol oynamış kişi, yer ve binaların yanısıra, kullanılan aygıt ve kavramlara ilişkin bilgi veren maddeler bulabilirsiniz. Üstelik bu maddeler hoş bir tasarımla sunulmuş ve görsellerle süslenmiş. Üçüncü ve son bölüm ise kendi içerisinde ikiye ayrılıyor. Bunların ilkinde tablolar var: 1896-1922 yılları arasında İstanbul’da faaliyet gösteren sinema mekânlarının listesi (nedense “Tablo 2”yle başlanmış), 1910 ve 1922 yıllarında şehirdeki “görsellik, tiyatro, müzik, eğlence, vb. dünyasıyla ilgili kişi ve kuruşların” mekânsal dağılımının dökümü, bugünkü adıyla İstiklal Caddesi’nin 1922 yılındaki toplumsal dokusundan hareketle daha genel bir bağlam oluşturmaya yönelik bir tablo. Üçüncü bölümün kalanında ise dönemin gazetelerindeki birkaç yazı ve ilanın Latin harflerine çevrilmiş hali bulunuyor.           

Şimdi: Nezih Erdoğan’ın Türkiye’deki sinema tarihyazımını yeni bir mecraya çekme çabası ve ortaya attığı sorular, anlayabildiğim kadarıyla, gerçekten takdire şayan. Dahası, kolektif bir emeğin sonuçlarını kavramlarla bir araya getirmek akademik dünyamızdan artakalan için önemli bir örnek olsa gerek. Kitabın eklerinin sadece konunun uzmanları için değil, kültür tarihine ilgi duyan herkes için ne kadar değerli olduğu zaten aşikâr. Üstelik Ali Özuyar’ın ‘Sessiz Dönem Türk Sinema Tarihi: 1895-1922’ (YKY) kitabı da yakınlarda çıkmışken, değmeyin keyfimize.

Bununla birlikte, kitabın başlığının bazı okurlar için yanıltıcı olabileceğini; araştırma projesinin sonuçlarıyla kavramsal bölümlerin tam olarak kaynaşamadığını; tiyatro ve operadaki seyirci pratikleriyle yeterince ilişki kurulmadığını; Osmanlı’nın son dönemindeki izleme pratiklerini anlamak için çok zengin bir malzeme sunan romanların neredeyse hiç değerlendirilmediğini; genel olarak da yazarın işini çok kolaylaştıracak bazı kaynaklara değinilmediğini ve çalışmanın bu açılardan geliştirilmeyi beklediğini belirtmem gerek. Üstelik, Osmanlı’da sinema seyircisinin şümullü bir hikâyesini yalnızca Müslüman özne üzerinden yazmak ne yazık ki imkânsız. Dolayısıyla, şu aşamada etnik/dinsel/dilsel kimlikler arasındaki ilişkilerin seyretme pratikleri üzerindeki etkisini yorumlayamasa bile, en azından imparatorluğun diğer alfabelerindeki/dillerindeki yazılı kaynakları da hesaba katan çalışmaların Nezih Erdoğan’ın kitabını destekleyerek genişletmesini dilemeli.

Ve, kitaplarını yıllardır heyecanla takip ettiğim, sefil bütçemin en büyük paydaşı İletişim Yayınları. Biraz daha az kitap basıp editör ve redaktörlerin hakkını biraz daha fazla vermenin zamanı çoktan gelmedi mi? Her ne kadar “gayri Müslim” kullanımı beni benden alıp günlerime neşe kattıysa da, imla ve noktalamada doğruluk ve/ya tutarlılık aramıyorum artık; o devir çoktan kapandı. Düşük cümlelere de, ne kast edildiğini anladığım sürece, gülümsüyor ve bir yerlerine bıyık çiziktiriyorum. Ancak ana metinle blok alıntının iç içe geçerek birbirine karışması, Yahya Kemal’in televizyon yarışmalarında bile sorulan bir şiirinin başlığının yanlış olduğunun fark edilmemesi (“Süleymaniye’de Bayram Namazı”?), böyle bir çalışmanın okura dizinsiz sunulması (fuar özel baskısı?); Türkiye siyasi tarihinin, içeriği çok az bilinmekle beraber en sık gönderme yapılan olaylarından birinin, “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyasının tarihinin birden fazla kez yanlış yazılması; işte bunlar beni endişelendiriyor. Diyeceksiniz ki her şey bitti bu mu kaldı, senin başka derdin yok mu? Elbette dert ettiğim başka şeyler de var. Ama nedense içimden bir ses, diğer bütün dertlerimizin kaynağının bu tutumumuz olduğunu söylüyor. Herkes hata yapar. Soru şu: Biz neden hataları en aza indirecek mekanizmaları kurumsallaştıramıyor, neden hataları ancak başkaları yaptığında önemsiyoruz? Bunun cevabı maliyet değil. Net.

Sinemada İstanbul’un İlk YıllarıNezih Erdoğan
İletişim Yayınları
320 sayfa.   

Sessiz Dönem Türk Sinema Tarihi (1895-1922)Ali Özuyar
YKY
408 sayfa.