OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Maraş Katliamı

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bu milletin tarihinde katliam yoktur, soykırım yoktur” demesinin üstünden çok zaman geçmeden, seri katliamlardan biri olan Maraş Katliamı’nın yıldönümü geldi çattı. Öyle ‘karanlık Ortaçağ’, ‘uzun 19. Yüzyıl’ falan değil, daha kırk sene bile olmadı, tarih içinde daha dün sayılır, yüzlerce kişi Türkiye’nin bir şehrinde ve öyle saman alevi gibi parlayıp geçen bir parlamayla değil, dört-beş gün boyunca katledildi. Yani katliam, devlet kuvvetlerinden müdahale görmeden devam etti. 

Peki, bu katliamla gerek Maraş kenti, gerek Türkiye toplumu, yüzleşti, hesaplaştı mı? Ne gezer... Pek çok diğer soykırım, sürgün, katliam, pogromla olduğu gibi bununla da hesaplaşmak bir yana, geçen hafta kullandığım tabirle, inatlaşma devam ediyor. İnsanlar daha ölülerini bile gönül rahatlığıyla, istedikleri biçimde anamıyorlar. Maraş’taki anma taleplerine, Valilik ‘güvenlik’ gerekçesiyle izin vermiyor. Bu gerekçeye karşı söylenecek iki şey var. Birincisi, isterlerse pekâlâ sağlarlar, güvenliği sağlamak istemiyorlar. Kaldı ki, Valiliğin “Güvenliği sağlayamıyorum” demesi, açıkça “Ben işimi, görevimi beceremiyorum” itirafıdır. Söylenecek ikinci şey ise, aslında bir soru: Bu anmalar neden bir güvenlik sorunu yaratıyor? Bu sorunun cevabı da, zaten, Maraş’ın da Türkiye’nin de bu katliamla ve Alevilerle yüzleşemediğinin itirafı. Güvenlik sorunu var, çünkü birileri Alevilerin katledildiğini kabullenemiyor, ‘yalan, iftira’ muamelesi yapıyor, öfkeleniyor ve onları bugün tekrar hedef haline getiriyor. Yüzleşme ve hesaplaşma olsaydı, öfke ve saldırganlık yerine üzüntü, keder, hatta olur a, belki utanç gibi başka hisler hâkim olacaktı.

Hesaplaşamamanın, yüzleşememenin bir örneği de TBMM Başkanlığı’ndan gelmiş. HDP’nin bu katliamın araştırılması için verdiği önerge, “katliam kelimesinin kaba ve yaralayıcı” olduğu gerekçesiyle geri çevrilmiş. Resmî rakamlara göre ‘bile’ 111 kişinin, hem de hunharca yöntemlerle öldürüldüğü, binlercesinin yaralandığı bir vakaya da katliam denmeyecekse, katliam sözcüğünü Türkçeden çıkaralım, olsun bitsin. Gerçi, ellerinden gelse onu da yaparlar. Efendiler, sizin ‘ince ruhunuz’ katliamın kelimesinden bile yaralanıyorsa, kolu, bacağı baltayla koparılanların, gözleri önünde, anaları, babaları, çocukları öldürülenlerin, parça parça doğrananların bedenindeki ve ruhundaki yaralar ne olacak? Bugün anma törenlerine izin vermeyerek, katliamın lafını bile ettirmeyerek, o acılarla adeta dalga geçiyorsunuz, farkında değil misiniz? Hiç sanmam, hem de çok farkındasınız. Bilerek kanırtıyorsunuz.

Maraş tanıklıklarını dinlerken, katliam fotoğraflarına bakarken insanın gözyaşlarını tutması çok zor. Ve o tanıklıklarda görüyorsunuz ki, tarihte başka yer ve zamanlarda olduğu gibi, ‘komşular’ denen insanlar katliamlara bizzat katılıyor ya da seyirci kalıyorlar. Evet, korumaya, kurtarmaya, saklamaya çalışan komşular da var. Fakat, açıklanması gereken durum, ‘kollayan komşular’ değil, ‘katleden komşular’ ve bunlar da bir model oluşturacak kadar çoklar, yani münferit örneklerden bahsetmiyoruz. Dolayısıyla, birinci grubun varlığı, ikinci grup hakkında sorular sormamıza engel olmamalı, çünkü böyle anlarda ortaya çıkan tutum ve eylemler, insanların ‘normal’ zamandaki ‘yakın’ sosyal ilişkileri hakkında açıklayıcı ve aydınlatıcı oluyor. Sorunsuz gibi görünen, literatürde “Aramızda bir sorun yoktu, onlar bize, biz onlara ziyarete gider, gül gibi geçinip giderdik” benzeri ifadelere tanımlanan durumların aslında o kadar da sorunsuz olmadığını gösterir. Yüzlerce ifadeden, Rıdvan Akar’ın ‘Hayatın Tanığı’ serisinin bu katliamı anlatan bölümünde rastladığım bir tanığın ifadesini örnek olarak vereyim. Adam diyor ki, “Benim babamı mahallede yirmi yıl beraber büyüdüğüm arkadaşlarım öldürmüştü. Cesedi bir gün sokakta kalmıştı.” “Böyle bir şey nasıl olabilir?” sorusunun yanı sıra, cesedin sokakta kalma durumu da eminim size tanıdık gelmiştir.  

Evet, insan acılarını unutmazsa yaşayamaz. Devamlı duyulan acı, insanı uyuşturur, deliliğe, yaşanamaz bir hayata sürükler. Fakat, unutmak, hatırlamamak veya anmamak demek değildir. Tam tersine, acını, kaybını, istediğin zaman hatırlayıp, anabiliyorsan, unutabilirsin. Yoksa, o hep seninle birliktedir. Unutmanın bir yolu yordamı vardır. Sağlıklı olan, acıyı, kaybı, farkına vararak, kabullenerek, yerli yerine koyarak unutmaktır. Eğer diğer insanlar, özellikle de acının yaratıcısı olanlar sizin o acınızı ve yasınızı tanımıyorsa, o acıyı unutamaz, travmayı atlatamazsınız. Yoksa, tarihteki soykırımlar ve katliamlar söz konusu olduğunda, “Olan olmuş, biten bitmiş, bunları yeniden konuşarak yaraları kanatmayalım” diyerek, konuşulmasını, anılmasını engellemek, sağaltıcı, iyileştirici değildir. Konuşulmayınca unutulmaz. Gerçi, belki de ilk anda akla gelenin aksine, devletteki ve toplumdaki hâkim ideoloji ve tavır Alevilere ve diğer ötekilere tam da bu geçmiş acıları, dolayısıyla sahip oldukları mahkûm konumunu unutturmak istemiyor, böylece belli sınırlarda tutuyor. Yani, kendi açısından tutarlı, hedefe yönelik bir politika takip ediyor.