Yazarın odasından yola çıkmak

M. FATİH KUTAN

Okur, iyi bir okur olma yolunda ilerlerken, keşfettiği yazarlara olan merakı artarak yapıyor bunu. Kitaptan kitabın yazarına, oradan tekrar yazarın külliyatına doğru dönen bir keşif yolculuğu bu. Bu yolculukta varılmak istenen en mahrem mekân, o satırların, sayfaların, o kitapların yazıldığı yazarın odası. Bu tam bir karşılaşma hikâyesi çünkü merakıyla pişmiş iyi bir okur, yazarın odasına girebildiğinde hayal kırıklığına uğramaz, kitaplarındaki dünyayla yazarın odası arasında bir uyum vardır. Bunu somut bir karşılaşma üzerinden düşünmenin yanında anlam olarak da düşünebileceğimizi ‘Yazarın Odası’ ciltlerinde derlenen ‘The Paris Review’ röportajları sayesinde bir defa daha anlıyoruz.

Pamuk, Murakami vs…

‘Yazarın Odası 2’de yayımlanan sekiz röportaj, yazarlarla tanışıklığımızı perçinlerken çoklu bir okuma imkânı sunuyor: Röportajları ileri düzeyde bir ‘Nasıl yazar olunur?’ seminer dizisi gibi okumak da mümkün, yazarların yazma serüvenlerine ve önlenemez bir merak duygusuyla hayatlarına odaklanarak okumak da. ‘The Paris Review’ın deneyimli muhabirlerinin Haruki Murakami, Toni Morrison, Orhan Pamuk, Alice Munro, Raymond Carver, Saul Bellow, Philip Roth ve Ezra Pound’la yaptığı röportajlar, bu çoklu okuma imkânını sunmasıyla bile tam anlamıyla birer röportaj olduklarını kanıtlıyor. Aynı seviyeden konuşan iki insanın karşılaşması kadar olağan bir havası olan röportajlar, yazarlarının üslubunu da içlerinde barındırmayı başarıyor.

‘Yazarın Odası 1’in (Timaş Y., Ekim 2009) önsözünü yazan Orhan Pamuk ikinci ciltte bir röportajıyla yer alıyor. Pamuk’un röportajının yanı sıra, bana göre ayrı ayrı risaleler olarak da yayımlanmayı hak edecek kadar önemli üç röportaj daha var kitapta: Haruki Murakami, Saul Bellow ve Philip Roth röportajları. Bu röportajları diğerlerine göre öne çıkaran şey dolaysız olmaları. Pamuk da, Murakami de, Bellow da ve nihayet Roth da sorulara tane tane ve lafı çevirmeden cevap veriyor: “Bir gece yarısı mutfak masasında yazmaya başladım.” Murakami’nin, yirmi dokuz yaşında ve damdan düşer gibi roman yazmaya başladığını da ekleyerek söylediği bu cümlenin umut vermeyeceği bir yazar adayı olabilir mi? Sisli romanlarının ardından size bu kadar açık bir cümle kurarak yardımcı olabilen bir Murakami fikri, paha biçilemez. Saul Bellow’un röportajında ‘öteki’ olmanın katmanlarına dair yorumlar var çünkü gene yazma hikâyesi üzerinden vakti zamanında kendisine şu dikte edilmiş: “Yahudi Rus ailesinden gelen bir yahudi olarak muhtemelen hiçbir zaman Anglosakson geleneklerini İngilizceye dökebilecek ‘doğru hissiyat’a sahip olamayacağım açık bir şekilde bana hissettirildi.” ‘Doğru hissiyat’ kalıbının vurguladığı meydan okuma ve iyi bir yazar olmanın ön şartı gibi hissettirilen ‘okunmak istiyorsan İngilizce konuşan dünyaya yazmak zorundasın’ fikri artık zihinlerimizdeki en büyük sömürge toprağı. Anglosakson değerler tarafından fethedilmeyi bekleyen yerli sempatik nüanslar. Belki de bu sebeple Orhan Pamuk, bir sentez oluşturma fikrini savunarak, kendisinin Türk olmasına farklı noktalarda vurgu yapıyor. Mesela, Osmanlı kültürüyle Batı’nın şimdisini harmanlayan güçlü bir yerel kültür oluşturmayı başaramamakla suçladığı kadrolara adeta bugünden seslenerek bunun nasıl yapılabileceğini, “Ben de kitaplarımda aynı şeyi yapmaya çalışıyorum.” diyerek gösteriyor. Türkiye’nin Hindistan ve Arap coğrafyası gibi işgale uğramadığının ve sömürgeleşmediğinin altını çizerken de, ‘Kar’ romanını yazmak için gittiği Kars’ta karşılaştığı 1990’lar bürokrasisini yer yer ironik bir üslupla anlatırken de ayak bastığı yeri sorunlarıyla birlikte işaretlemiş oluyor. ‘Kar’ romanı bağlamında söyledikleri, romandan rahatsız olanların olduğunu belirtmekle birlikte, ülkesinden bir Salman Rushdie muamelesi görmediğinin hakkını da teslim ediyor.

Kitabın en nefis röportajıysa, yazarlık çalışmalarında, okur buluşmalarında ve bireysel okumalarda kesinlikle yer alması gereken Philip Roth röportajı. 1984’te Hermione Lee’nin Roth’la yaptığı röportaj, adım adım bir yazarın düşüncelerini, yazma süreçlerini, hayatını, günlük rutinlerini ve politik fikirlerini okumamızın nasıl mümkün olabileceğini gösteriyor. 

‘Yazarın Odası 2’, metinlerin aslına sadık kalınarak iyi bir Türkçe çeviriyle ve edisyonla yayımlanmış bulunuyor. Bütün yazarların anlattıkları, anlatırken ne kadar çok sayıda detay konuya dahil olursa olsun, söz konusu olan yazma ve okuma konusundaki basit gerçekler. John Irving’in Murakami’ye fısıldadığı okur tüyosu -“Bir kere bağımlı oldular mı, sürekli beklerler”- bunun için bir işaret fişeğiyse, Philip Roth’un kendini “Tüm gününü yazarak geçiren biriyim işte” diyerek anlatması meseleye son noktayı koymuş oluyor.

Yazarın Odası 2Çeviri: Mehmet Emin Baş
Timaş Yayınları
300 sayfa.