İlkinde komedi ikincisinde trajedi

MURAT CANKARA

Nasıl ki Marx ‘baş aşağı’ duran Hegel’i tekrar ‘ayakları üzerine’ kondurmak istediyse, birilerinin de onun, selefinin tarihteki büyük olayların tekerrür ettiği iddiasına yaptığı katkıyı tersine çevirmesi gerekiyor sanki. Zira biz faniler bir süredir önce gülüyor, sonra ağlıyoruz. Diğer bir deyişle, önceden güldüğümüz, ‘o kadarı da olmaz’ diyerek ciddiye almak istemediğimiz, zırva diyerek üzerine geyik yaptığımız her ne varsa, sonradan başımıza geliveriyor. Sanki zaten çok iyi bildiğimiz şeylere, ancak biçim değiştirerek tekinsiz bir kılığa bürünmüş hem çok tanıdık hem çok yabancı şeylere tanık oluyor, olmak zorunda bırakılıyoruz. Yani bu, ‘İlahi Komedya’nın zebaniler arasında başlayıp Beatrice’nin huzurunda tamamlanan döngüsüne pek benzemiyor. Üstelik bu seferki son tekrarsa ve sonumuz böylesi bir cehennemde olacaksa bir ‘İlahi Tragedya’nın da yazılması hiç fena olmaz. Velhasıl belki Dante, Hegel ve Marx haklıydılar da bu bizim başımıza gelen yalnızca tekrarlar içerisinden üçüncü (matematiksel kesinlikle konuşmak gerekirse 2n+1.) tekrardır ve dördüncüsü (yani 2n+2.) yine komedi olacaktır. Neyse, biz şimdilik tragedyalar(l)a bakalım.

Hayati mevzular

Nazile Kalaycı ve Devrim Sezer tarafından yayına hazırlanan ‘Siyasalın Peşinde: Dünyaya Tragedyalarla Bakmak’, ‘Metis Defterleri’nden biri. Ağırlıklı olarak felsefe ve siyaset bilimi alanlarında uzmanlaşmış dört akademisyenin giriş dahil beş yazısından mürekkep. Yazılardan üçü 2014 yılında Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nün düzenlediği Ulusal Felsefe Kongresi’ndeki bir panelde sunulan bildirilere dayanıyormuş. Kongre, Soma’daki maden faciası nedeniyle yarım kalmış. Yazarlara göre kitabın amacı ‘klasik tragedyaları siyaset felsefesindeki tartışmalar ve çağdaş sorular eşliğinde ele almak;’ ‘adalet, demokrasi, yurttaşlık, tiranlık, toplumsal cinsiyet, şiddet, dışlama, kolektif bellek, bağışlama, melankoli, yas, tanıklık gibi güncelliğini hâlâ koruyan meselelere klasik tragedyaların penceresinden’ bakmak. Anlayacağınız, diyelim tamamını kavradım, yine de dile getiremeyeceğim kadar hayati mevzular.  

Kalaycı ve Sezer ‘Klasik Tragedyalar, Çağdaş Sorular’ başlıklı giriş bölümünde Atina demokrasisi, polis ve tragedya arasında bağlantılar kuruyor; tragedyanın temel meselelerine değiniyor, tüm bunları günümüze taşıyacak sorular soruyorlar. Devrim Sezer’in ‘Başkalarının Acısına Bakmak: Persler ve Troyalı Kadınlarda Demokratik Eleştiri ve Kozmopolit Bellek’ başlıklı yazısı, ‘Persler’i; polis yurttaşlarını, barbar saydıkları Pers halkının yıkımına tanıklık etmeye davet eden bir tragedya ve böylece Atina demokrasisine yönelik içeriden bir eleştiri/uyarı olarak ele alıyor. ‘Troyalı Kadınlar’ ise, Yunanların yakıp yıktığı Troya’nın acıları üzerinden şu soruyu sorduruyor Sezer’e: Bunca kötülüğe, haksızlığa, şiddete maruz kalan mağdur tüm bunlarla nasıl başa çıkabilir? Bu soruyu ‘yas’, ‘isyan’ ve ‘yargılama’ üzerinden veren yazara göre bu tragedya ‘Atina’yı kendi demokrasi, özgürlük ve adalet anlayışı bağlamında yargılamakta ve kolektif belleği, Yunanlar tarafından ortadan kaldırılan bir halkın hikâyesini içerecek şekilde genişletmektedir.’ Serdar Tekin ‘Adalet, Pratik, Akıl, Eylem: Antigone’ yazısında, Antigone ve Kreon  üzerinden, insan eyleminin anlamını nereden aldığını soruyor. Her iki tragedya kahramanının trajik hatalarını ayrıntılı bir biçimde ele alan ve oyun boyunca rollerin, konumların nasıl değiştiğine dikkat çeken yazar, böylece ‘dramatik’ ve ‘trajik’ kavramları arasındaki farklılığı vurguluyor ve çağdaş okurun niçin Antigone’yi daha sempatik bulduğunu açıklamayı deniyor. Ünsal Doğan Başkır’ın ‘Muğlaklığın Sınırında: Oresteia’da Hukuk, Şiddet, Adalet’ yazısı, başlığındaki kavramların trajik hata ve muğlaklık bağlamında bir incelemesini sunuyor. Derrida ve Arendt’le diyalog halindeki yazar, söz konusu kavramları Atina toplumunun eskiyle yeni tanrılar arasında bölünerek dönüştüğü bir zaman dilimi içerisinde ve toplumsal cinsiyeti de hesaba katarak yorumluyor. Buradaki en önemli sorulardan biri şu: İkiye bölünmüş bir toplumda şiddet ve intikam döngüsü nasıl kırılır, bir arada yaşama imkânı ortadan kaldırılmadan yeni yasa nasıl tesis edilir, temiz bir başlangıç nasıl yapılır? Kitaptaki son yazı, Nazile Kalaycı’nın ‘Klasik Tragedyalarda ‘Yakışıksız Ölüm’, Yas ve Tanıklık Sorunu: Antigone, Eumenidler, Yakarıcılar, Troyalı Kadınlar’ı, biçimsel olarak diğerlerinden farklı. Yazıda önemli bir yer tutan Walter Benjamin’in meşhur ‘Tarih Üzerine Tezler’ini andırıyor. Kalaycı, ‘zihniyet genişletici bir yüzleşme olarak tragedya seyircisinin tanıklığı’na vurgu yapıyor ve Freud, Heidegger, Agamben, Benjamin, Blanchot, Levinas gibi düşünürlere referansla bir anlamda hem tragedyanın Atina demokrasisi için işlevlerinden birini hem de bu kitabın gerisindeki düşünceyi derleyip toplamış oluyor: “Günümüzde tarihin yüküyle yüzleşebilmek için arşivlerde unutulmuş olanı ya da zaten hiç arşivlere bile girmemiş olanı halihazırda var olan hakikat rejiminin görme ve anlamlandırma biçimlerini terk ederek (karanlıkta kalmış sayfaları açarak, onları tartışma konusu yaparak, tabuları çiğneyerek, adlandırılmamış olanı adlandırarak, milli gururu zedeleyen davranışlarda bulunarak, vb.) ve unutarak hatırlamak gerekir.”   

Kitabın benim için en çarpıcı yanlarından biri, Atina demokrasisinin çelişkisi üzerine düşündürmesi. Kendi içinde görece dar bir yurttaş tanımıyla sınırlandırılmış da olsa kamusal tartışmayı, bireyin özgürce konuşma hakkını, adaleti, eşitliği yücelten ve kendisini “öteki”lerden bu meziyetleriyle ayırarak övünen bir toplumun, barbar olarak dışladığı halklara karşı emperyal tutumu akla şu soruyu getiriyor: Acaba demokrasi hep, demokrasinin hüküm sürdüğü alanın dışındaki zulümle mi mümkün olabiliyor? Gerçi tersini düşünmek de ilginç. Bir ‘polis’ düşünün ki bekasını kendi yurttaşlarının bir bölümünü ötekileştirmekte, bastırmakta görmüş; sınırları dışındaki barbarca politikalara karşı da bayrak açmış olsun. İşte bunlar hep karşılaştırmalı demokrasi.

Diğer müthiş yanı ise, tragedyanın zaman ve mekâna sıkı sıkıya bağlılığına inat, tartışmaya açtığı konuların günümüze akma potansiyeli. Örneğin şu: Thebai kralı Kreon, düşmanla işbirliği yapıp kente saldıran Polüneikes’in cesedinin gömülmesini, yasının tutulmasını yasaklıyor; onun köpeklere yem edilmesini emrederek cesedi bir anlamda rehin alıyor, üstelik bu kararından geri adım atmayarak hem tanrıları kızdırıyor hem kendi ailesini mahvediyor hem de kamu sağlığını tehlikeye atıyor. Bugüne taşımayı deneyelim: ‘Polis’ politikalarına karşı olduğunu düşündüğünüz yurttaşları ‘polis’ memuru yapmak istememek, kabul edilemez fakat kaba da olsa bir mantıkla açıklanabilir; öte yandan bu insanların çalışmalarını tümden engelleyip temel yurttaşlık haklarını ellerinden alarak onları yaşayan ölülere dönüştürmek mantıkla açıklanabilecek bir şey değildir. Zira bu durumda ‘hybris’e kapılmış, siyasal meşruiyet sınırlarını aşmış, tam da kendi aklımızca korumaya çalıştığımız şeyin altını oymuş oluyoruz. Ne demişti koskoca Kreon iş işten geçtiğinde? ‘Edilmiş büyük laflar, sonunda felakete yol açar’ (Mitos Boyut Yay.; çevirmene; bu satırları yazarken aramızdan ayrılan, yeni yetmelerin ilelebet Leyla’nın annesi olarak bileceği, bazılarımızınsa -pek çok şeyin yanı sıra- çevirileri için de hürmetle anacağı Ayşe Selen’e buradan selam olsun.)

‘Kral Oidipus’

Tragedya tiyatrocuların çoktan terk ettiği, siyaset bilimi ve felsefecilerinse gittikçe daha yoğun ilgi gösterdiği bir tür. Belki Antik Yunan dışında her kim her nerede ve her ne zaman tragedya yazmayı denese eline yapıştığı için. Neticede, Türkiyeli bir grup genç akademisyenin dünyaya tragedyayla bakmak istemelerini anlamamak için Oidipus gibi kör olmalı insan. Yeri gelmişken, bu yazılara ‘Kral Oidipus’ da konu edilseydi nasıl olurdu diye sormadan edemiyorum. Zira epey bir süredir dünya siyasetini ülkelerden ziyade trajik hataların en bilineni olan ve ‘kibir, küstahça büyüklenme, aşırılık ve ihlal’ gibi anlamlara gelen ‘hybris’le malûl olup yanlışlarında direterek kamusal yaşamı hatta insanlığı tehlikeye atmalarıyla temayüz eden bireyler üzerinden tartışıyoruz. 

Kitaptaki yazıların, Hegel diyalektiğinin ve diyaloğun bir yaşam biçimi olarak içselleştirildiği ve ‘yüzleşme’yle onun zıttı kabul edilen ‘yüzsüzleşme’nin güzel bir kombin olduğu; dünyanın haklıyla haklının, iyiyle iyinin çatıştığı bir tragedya olarak değil, haklıyla haksızın, iyiyle kötünün ölüm kalım mücadelesi verdiği bir melodram olarak görüldüğü ülkemizde ‘gelinim, sen anla’ demeye getirdiği aşikâr. Ancak yazarların bunu gözümüze sokmadan, memleketimizin meşum tartışmalarına boğmadan yapmalarında latif bir yan var. Üstelik “akademide kalanlar”a dair umut verici bir çaba bu. Bol soru, anlaşılır dil, zengin literatür, hayatlarımıza fazlasıyla değen mevzular. Tüm bunlar ufak tefek editoryal sorunları da ihmal edilebilir kılıyor. Kendi adıma ve gülünç olmak pahasına, yeni yıla deliler gibi tragedya siparişi vererek girdim.

Güzel bir yıl olsun; bu senekiler, her kaçıncı tekrar ise, bol komikli olsun.

Siyasalın Peşinde
Dünyaya Tragedyalarla Bakmak
Haz: Nazile Kalaycı Devrim Sezer
Metis Yayınları
208 sayfa.